Bu gezi benim için bir okul niteliğindeydi. Siena ve Pompei tarih dersim, Roma genel kültür, Napoli ise coğrafya dersimdi. Bir ülkenin, farklı her şehrinden, farklı deneyimlerle döndüğüm bir geziydi. O zaman bu yazımın konusu sanat tarihidir diyebilir miyiz, birlikte karar verelim.
Hava her zamanki gibi yağışlıydı. Elimizde şemsiyelerle geziyorduk ve herkes birbirine çarpa çarpa ilerliyordu.
Daha önceki yazılarımda da bahsettiğim gibi İtalya, dünyanın en çok turist alan ülkesi. Floransa ise en en çok turist alan şehri. Bu şehri gezerken sokaklarında kaybolmamak mümkün değil; çünkü her sokağı ve her caddesi apayrı bir hikaye anlatıyor. Hakkında bir sürü yazı yazılmış ve birçok kişi tarafından defalarca anlatılmış olsa da; Floransa hala anlatılmaya değer ve o ilgiye layık bir şehir. Şöyle gözlerimi kapattığımda ve şehri düşündüğümde ilk aklıma gelen “Piazza della Signoria” oluyor. Yani Senyörler Meydanı. Sanatın, Rönesans’ın, tarihin tam göbeğinde duruyordum. Burayı 360 derece dönerken izlemek muhteşemdi. Meydan o kadar kalabalıktı ki dönerken herkese çarpıyordum. Çinlisi, Amerikalısı, İngilizi… Her milletten, her ülkeden insanın olduğu bu meydanda İtalyanları görmek ise pek mümkün değil.
Rönesansın beşiği olarak kabul edilen bu şehir, sizi gotik mimari ile inşa edilmiş binalarla çevreliyor. İtalyanların turistlerden bıktığı ve suratlarının asık olduğu bu şehirlerde binalar sizi görkemiyle kucaklıyor. İtalya sokaklarını gezerken “Dan Brown, Cehennem” ile gezmek, rehber niteliğindeydi. Kitabını okumayanlar başrolünde Tom Hanks’in oynadığı “Cehennem“ filmini mutlaka izlemişlerdir.
İtalya sokaklarında adım adım gezerken bir yandan da İtalya tarihini öğreniyorsunuz. Hem rehberimizin hem de kitabın eşliğinde öğrendiğim Floransa…
Kalabalıktan adım adım ilerlediğim bu şehirde, hiçbir detayı atlamayayım dediğimde farkettiğim o eşsiz güzellikteki cennetin kapısı çıkıyor karşıma. Dante‘nin vaftiz edildiği San Giovanni Vaftizhanesi’nin doğu kapısı. Bu anıt kapılar, yaklaşık 500 yıl önce Lorenzo Ghiberti tarafından yontulmuş. Dokuz ton ağırlığındaki bu bronz kapılar altınla kaplanmış.
Battistero (baptistery) di San Giovanni
Cennetin Kapısı’nı meydanda bırakıp bir başka meydana doğru yola çıktım.
Bu kadar gezdikten sonra az ileride kurulan semt pazarına uğramadan geçemezdim. Burası Türkiye’deki pazarlara alışık olduğumuz türden bir giyim pazarı. Sadece sergilenen ürünler farklı. Modanın göbeğindeki bir ülkede dahi ünlü markaların replikalarını görebiliyordunuz. Hem de orijinallerinin satıldığı mağazaların karşısına kurulmuş bir pazarda. Neyse pazardan hiçbir şey almadan onu da geride bıraktım.
Dar bir sokaktan geçerken sokak sanatçılarının çaldığı parçayı da dinlemeden geçmedim. Sokağın ismi Via dei Castellani, aslında Uffizi Müzesi’nin ortasından geçiyordum. Varmak istediğim yer ise bir sanat meydanı olan Signoria Meydanı idi, Vecchio Sarayı’nın da olduğu meydan. Hani şu İtalya ve Floransa’nın en ünlü ailesi Medici ailesine ait olan saray. O dönemde aile bu saraydan taşındıktan sonra burası belediye binası olarak kullanılmaya başlanmış.
Meydana girer girmez sizi birbirinden güzel heykeller karşılıyor. Evet burası Signoria Meydanı. Bütün o rönesans döneminde yapılmış harika heykeller bir sokakta sergileniyor. “Keşke buraya daha önce gelseydim, neden bu kadar bekledim ki gelmek için?” diye geçirdim içimden. Heykelleri ve özelliklerini tek tek burada sayabilirim size; ama bu sayfalarca sürebilir. Sadece birkaçından bahsetsem bana kızmazsınız umarım. Floransa ve Michelangelo dendiğinde hepinizin aklına ilk olarak Davut heykelinin geldiğini biliyorum. Aslında benim o an meydanda gördüğüm Davut heykelinin kopyasıydı. Heykel, önceleri bu meydanda sergilenirken başına gelebilecek zararlardan korunması adına 1875 yılında Floransa’daki Akademi Galerisine taşınmış. Michelangelo, Davut’un vücudunu tasvirden çok ruhunu da yansıtmayı başarabilmiş. Rönesans Dönemi’nin başyapıtı olarak adlandırılan Davut heykeli aslında Tanrı rolünü üstlenmiş. Michelangelo’nun sadece ruh üfleyemediği bir kulu gibi…
Etrafımdaki herkes Davut Heykeli’nin fotoğrafını çekmek için yarışırken gözüm az ilerideki Neptün çeşmesine kaydı. Bakıldığında ilk dikkat çeken, havuzun orta yerinde duran Deniz Tanrısı Neptün. Bu heykelin yaratıcısı, Michelangelo’nun öğrencisi Bartolomeo Ammannati. Sekizgen havuza inşa edilmiş olan heykel ve içinde dört atın çektiği savaş arabası var. Bu çeşme, Floransa’nın ilk halk çeşmesi olarak biliniyor.
Meydanda daha birçok heykel bulunuyor. Perseus heykeli (elinde Medusa’nın başı vardır) hemen yanında Medusa’nın gözlerinin içine bakan Herkül heykeli. Hiç istemesemde buradan da yavaş yavaş ayrılarak Arno Nehri’ne doğru yürümeye başladım…
Bu nehirde tek dikkat çekici şey, çarşılı köprü olan Ponte Vecchio köprüsüdür. Aslında bizim yaşadığımız şehir olan Bursa’dan alışık olduğumuz Irgandı Köprüsü’nün aynısı. Dünyada sadece üç ülkede – diğeri ise Bulgaristan’da Lofça Osma Köprüsü – bulunan bu çarşılı köprünün tek farkı en üst kısmındaki kapalı kısım. Bu kısım Pitti Sarayı ile Vecchio Sarayı’nı birbirine bağlayan güvenli bir geçit. Bu Vasari Koridoru, yıllarca Medici ailesi tarafından bir saraydan diğer saraya geçiş koridoru olarak kullanılmış.
Görkemli binalarına, yasaksız heykellerine ve güçlü aile bağlarına rağmen italyanlarda eksik olan tek şey, ruhani olgunluk…
Sanat tarihi dersi diyebildiğim birgün olmuştu benim için. Yine gezerken büyük keyif aldığım ve günün sonunda çok yorulduğum bir gezi olmuştu. Pilim bitik bir şekilde otobüsüme doğru yol alırken yarın gezeceğim şehirleri de hayal etmiyor değildim.