“Ah, hiçbir şeyden utanmamayı ne çok istiyorum.”
Dostoyevski, Bobok
Kara bir etek ile yuvarlak masalar arasından süzülüyor, bana geliyorsun. Sırtıma sarılan ellerin telaşlı, nefesin sıcak. Bana doğduğun mahalleyi, eve ezandan sonra varınca babandan işittiğin azarları, erkeklerle oynadığın evcilik, saklambaç oyunlarını anlatıyorsun. Bir de komşunun oğlu ile kiraz ağacına nasıl tırmandığınızı. Ağacın heybetli gövdesinden ürküyorsun. Oğlan çömüyor dizlerinin üzerine; sırtına basıyorsun. Dönüp ona elini uzatıyor, tutup yanına çekiyorsun. Erişemediğin dallara tırmanışını hayranlıkla izliyorsun. Topladığı kirazları avuç avuç sana getiriyor. Sulu ve sertler. Yeni yetme oğlanın kokusu sinmiş.
Sen anlattıkça çıkıp geldiğin sahil kasabasının kasvetli geceleri aydınlanmaya, bayram ziyaretlerinde ellerini öptüren huysuz dedeler pantolon ceplerinden şekerler çıkarmaya, civcivleri kovalayan kara çarşaflı kaknem teyzeler bastonlarını indirip kıkırdamaya başlıyor. Marmara’nın koyu lacivert suyu yeşil ve mavinin bin bir tonuna bürünüyor, sahillere vuran pet şişeler yavru yengeçlere, iskelenin etrafını saran naylon poşetler zargana ve gümüş sürülerine, denizin ağır havası yosun ve iyot kokusuna dönüşüyor.
Tartışmak istediğim bir dolu şey vardı kafamda. Yazgıya meydan okumak. Zincirlerimizi kırmak. Bir roman kahramanı gibi yaşamak. O gece sana daha fazla soru sormak, hep senden söz etmek, seni yüceltmek istedim. Seni senden fazla tanımak, sabah uyku mahmuru aynada nasıl göründüğünü, pencereyi açtığında hangi manzaranın seni karşıladığını, uyuduğun çarşafın desenlerini, duştan sonra sırtını ısıtan bornozun kumaşını bilmek istedim.
Yüzüne yayılan her gülümsemede cesaret buluyor, yanağına daha fazla yaklaşıyor, teninin kokusunu içime çekiyordum. Suskunlaştığında gözlerin bulutlanıyordu. O zaman seni eğlendiremediğim için kendimi suçluyor, kendime kızıyordum. Ağzından çıkan her sözcüğü dikkatle dinliyordum. Yine de seni işitmediğim oluyordu. Gerdanın sütbeyazdı. Gözümü kaçırmaya çalışıyor; beceremiyordum.
Müzik sussun. Işıklar sönsün. Garson! Hesabı istiyoruz. Para üstü sizin. Buraya bayıldım. En kısa zamanda tekrar gelmeliyiz. Sen önde ben arkada teras merdivenlerinden aşağı ineceğiz. İşletme sahibi seninle iki çift laf etmek için sudan bahaneler bulacak. Sevdiniz mi, bir dahaki sefere alt katı da deneyin diyecek; yine bekleriz diyecek. Birlikte açık havada yürüyeceğiz. Yanına sokulacak, beline sarılacağım. Gecenin sessizliğinde sadece topuklu ayakkabılarının sesi duyulacak. Apartmanların tek tük sarı ışıkları yanıyor olacak. Bütün semt uykuya dalmış. Dükkanlar kepenkleri kapatmış. Uzaklardan tek tük köpek havlamaları duyacağız. Kaldırımdan yürürken bizi gören bir kedi sırtını kamburlaştıracak. Sen, otomobiline binmeden önce sırtını şoför camına dayayıp yüzünü bana döneceksin. İşte o zaman ay ışığı ve sokak lambalarının haricinde hiçbir şeyin aydınlatmadığı o bomboş sokakta gözbebeklerin ve kırmızı dudakların pırıl pırıl parlayacak.
Dudakların serin..
Dudakların ılık…
Dudakların ıslaktı, yaşamdı.
Dudakların kuruydu, ölümdü.
Duda…
Bizler,
sessiz göz yaşlarını, çıngıraklı kahkahalara yeğleyenler,
eğlenceyi terk edip hüzünle düşüp kalkanlar,
akıp giden hayata sırt çevirip,
kendi yarattıkları sanrılara tutunanlar
yazarken cesur, yaşarken korkağız.
Kusuru över, erdemi yereriz.
Ellerimiz hodbin, gözlerimiz hep çocuk
size pireyi deve yapar ama,
cüceyken dev olamayız.
Hoparlör yakınımızdaydı. Dean Martin sevdiğini kendine sarılmaya, rüzgarda bükülen çiçekler gibi dans ederken birlikte bedenlerini kıvırmaya çağırıyordu. Karşımızdaki masada neon lambalarının altında iki adam sigara içiyorlar, bazen kafalarını kaldırıp ekrandaki futbol maçına bakıyorlardı. Çocuklarının geç yatma alışkanlıklarından yakınıyorlar, birbirlerine bir türlü izlemeye fırsat bulamadıkları dizileri, satın almak istedikleri otomobilleri anlatıyorlardı.
Hiç bize bakmasalar da muhakkak bizi izliyorlar; bana imreniyorlardı. Onlara sorma fırsatım olsaydı eşlerine sadakatsizlik yapmayacaklarını, bunun ahlak dışı olduğunu söylerlerdi. Oysa benim yerimde olmak için nelerini vermezlerdi. Onları küçümsüyordum. Gerçek arzularını unutmuşlardı. Hatırlamaya istekleri ve cesaretleri yoktu. Hayatları önlerinde yitip gidiyor, eriyordu.
Sen yanımdayken ben eksiksiz, tam bir erkektim. Sohbet ederken ilgini çekecek konular bulamaya çalıştım, sana ihtişamlı Avrupa başkentlerini, senin bilmediğin deneyimlerimi anlattım. Ne var ki karşındaki gerçek ben değildim. Anlattıklarım doğruluktan uzak, dağınık, bölük pörçük şeylerdi. Hiç çadırda kalmamıştım, yabani hayvanlar ve böcekler beni tedirgin ediyordu. Hazar Denizi’nin siyah havyarını tatmamıştım, tereyağlı ekmeğe yakışıp yakışmayacağını bilmiyordum. Kızıldeniz’e dalmamış, mor Napolyon balığının kuyruğuna dokunmamıştım. Alexandre Köprüsü üzerinde yürümemiş, Paris’i yalnız gezi kitaplarıyla tanımıştım.
Gözlerinin içine bakıyor, fısıldar gibi yavaş, tane tane konuşuyor, ellerine ve kollarına dokunmak için fırsat kolluyordum. Sana sahip olmak için şiddetli bir istek duyuyordum. Ancak caziben beni eziyordu. Güçlü bir erkek rolü oynuyordum. Halbuki güçlü değildim. Sana denk bir erkek bile değildim. Dizginleyemediğim arzular bana acı veriyordu. Taşkınlık yapmaktan, seni incitmekten korkuyordum.
O gece garson neon lambalarını söndürüp müziği kapatana kadar baş başa sohbet ettik. Otoparka kadar birlikte konuşarak, gülüşerek yürüdük. Seni uğurlarken minnet, şefkat ile kollarımı beline doladım. Sana sarıldım. Sadece sevgiyle sarıldım.
Akıcı anlatılan duygu ve düşünceler, ince ayrıntılı betimlemeler, eline, yüreğine, kalemine sağlık Irmak’cığım.
Teşekkür ederim Canan Hanım.
Eline sağlık arkadaşım, her yazın bir öncekini aşıyor. Çaresiz bir aşığın duygularını mükemmel anlatmışsın. Tebrikler.
Çok teşekkürler Öznur.