Edebiyat

IŞIK

Radyoda Orhan Gencebay’dan ‘Batsın Bu Dünya’ şarkısı çalıyordu. Koğuştaki herkesin elinde çaylarıyla birlikte dinlemekten en çok keyif aldığı şarkıydı. Kahvaltı yapılmış, kimisi gazete okumak için köşesine çekilmiş, kimisi de dertli dertli pencereden dışarı bakıyordu. Ziyaretçi saatine bir saat vardı. Oturduğu köşesinden koğuşu gözleyen Adem’in sinirleri iyice gerilmişti. Her ziyaretçi gününde defalarca babaannesine ‘Gelme,’ diye söylemiş; ama babaannesi onu dinlememişti. İlk zamanlar babaannesi bir daha ziyaretine gelmez, vazgeçer belki diye görüşlere bile çıkmamıştı. Kadın yılmadan hep gelmişti.

Adem’in küçüklüğünden başlayan talihsizliği hayatı boyunca peşini bırakmamıştı. Annesi onu doğururken ölmüştü; babası ise hayırsızın önde gideniydi, bebekliğinde terk etmişti onu. Şimdi 80 yaşında olan babaannesi ise bebekliğinden beri hem anne hem de baba olmuştu Adem’e. Şimdilerde çok özlediği babaannesine sarılmaya utanıyordu. Onu buralarda perişan görmektense görüşe çıkmamayı yeğliyordu; ama kadın hiç vazgeçmiyordu.

”Adem Hafız ziyaretçin vaaarr.”

Gardiyanın sesi bütün kaslarını germişti.

”Ah babaanne ahh daha ne diyeyim ki sana,” diye mırıldana mırıldana gitti görüş salonuna.

Ardı ardına sıralanmış masaların başında heyecanlı gözlerle bekleyen ziyaretçileri süzdü Adem. Hasretlik ne fena bir duyguydu. Ağır adımlarla ilerledi salonun sağ köşesindeki masada oturan babaannesine. Onu görür görmez sakinleşmişti. Tavandan uzunca sarkan sarı ışıklı lamba babaannesini solgun gösteriyordu.

”Zaten hastasın bir de buralarda benim yüzümden helak oluyorsun,” diye söylenirken aslında babaannesini ne kadar özlediğini o an fark etmişti. Geldiğine üzülse de aslında içten içe çok seviniyordu. Her defasında ‘Ya bu kez son defa görüyorsam babaannemi,’ düşüncesi içini kemiriyordu.

”Çok özlemişim seni babaannem,” diyerek sımsıkı sarıldı kadına.

”Oğlum, iyi misin yavrum?” diye sordu babaanne.

”İyiyim, iyiyim sen nasılsın solgun görünüyorsun sanki; doktora gittin mi?” endişeli gözlerle babaannesini süzerken bir yandan da dua ediyordu içinden ‘N’olur Allah’ım sen onu bana bağışla,’ diye.

”İyiyim ben yavrum, biraz üşütmüşüm, bir şeyim yok merak etme. Avukatla görüştün mü bu yakınlarda, ne diyor, ne zaman çıkacakmışsın buradan?”

“Görüşmedim. Önümüzde ki ay duruşma var, gelir bugün yarın yanıma.”

”Salıverirler mi seni evladım?”

Adem babaannesinin endişeli sorusuna ne cevap vereceğini bilemediğinden, biraz da soruyu geçiştirmek amacıyla, yerinden kalktı gardiyanın yanına gitti. Gözlerini rahatsız eden sarı ışığın başını ağrıttığını ve ışığı kısmalarını söyledi. Tekrar masasına döndüğünde babaannesi kalkmak üzereydi.

”Yalnız gelmedin inşallah babaanne,” dedi Adem.

”Yok evladım. Mustafa Amcanın oğlu beni bekliyor. Sağ olsun arabasıyla getiriverdi beni buralara. Biraz yorgunum, eve gidip dinleneyim. Ben yine gelirim. Sen iyi ol da, kal sağlıcakla,” deyip tekrar sarıldı Adem’e sımsıkı.

”Tamam babaannem. Allah’a emanet ol,” dedi ve salonun kapısında ayrıldılar.

Koğuşa dönerken içi sıkılmıştı Adem’in. ‘Keşke kalkıp gitmeseydim masadan,’ diye homurdandı. Ağır adımlarla yürüyordu. Bir yandan da babaannesini düşünüyordu. Dünya bir yana O bir yanaydı Adem için. Onun böyle başını önüne eğdirdiği içinde ayrıca kızıyordu kendine. Babaannesine layık bir torun olabilmek için bir zamanlar durmadan ders çalıştığı sarı ışıklı, tek göz odalı evde çok mutluydu. Lise, üniversite, askerlik derken zamanın nasıl geçtiğini anlamadığı o evde olamamasının üzüntüsü vardı içinde.

Koğuşa adım atar atmaz duydu kokuyu. Önce koğuşa bakındı, kim var kim yok diye yoklama aldı. Sonra ocağın başına gitti.

”Oğlum, kaç kere diyorum size, şunun yumurtasını bulamaç gibi yapmayın, bir şeye benzemiyor diye. Menemen dediğinin yumurtası az pişmiş olur,” diye söylendi Ahmet’e.

”Abi sende hiçbir şeyi beğenmiyorsun ama.”

”Tamam tamam bildiğiniz gibi yapın, karışmıyorum,” diyerek çıktı uzandı yatağına.

Yastığını altından çıkardığı ‘Savaş ve Barış’ kitabını okumaya devam etti. Hava kararmaya başlamıştı. Koğuşun ışıklarını yaktılar. Adem uzandığı yatağından inip sessizce elini yüzünü yıkayıp döndü yerine ve yorganı yüzüne çekip uyumaya çalıştı.

Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte kapanıp açılan tuvalet kapılarının sesine uyandı Adem. Gözlerini yeni açıp yatağında doğruluyordu ki gardiyan seslendi.

”Adem Hafız, müdür seni istiyor. Hemen hazırlan.”

”Tamam,” derken içine bir ateş düştü Adem’in. ”Hemen geliyorum,” diye ekledi.

Müdürün karşısına çıktığında tedirginliği daha da artmıştı.

”Hayırdır Müdür Bey beni istemişsiniz?”

Müdür önündeki not aldığı kağıttan başını kaldırmadan ”Başın sağ olsun Adem. Babaannen bu sabah karşı vefat etmiş,” dedi.

Kımıldamadı Adem. Müdürün zemin kattaki, ön bahçeye bakan odasından, gökyüzünü görebilmek için küçük pencereye çevirdi gözlerini. Yeni aydınlanmaya başlayan günün ilk ışıkları odaya giremiyordu. Karanlıkta kalan odayı bu saatte aydınlatan tek ışık, tavandan sarkan sarı ışıklı lambaydı.

 

 

Sevcan Özbek Akın

Küçüklüğünden beri okuma heveslisi; önüne ne gelse okuyan, bu zamana kadar dünyanın birkaç ülkesi dahil, birçok sokak, mahalle, şehir gezmiş, biraz takıntılı, biraz dağınık birisi. Yazmayı ilk defa ortaokulda denemiş; ama ben bunu yapamıyorum, deyip vazgeçmiş. Bu tutku aklının bir köşesinde kalmış olacak ki yıllar sonra bu işin eğitimini almaya karar vermiş ve Yazarlık eğitimi sırasında harika insanlarla bir araya gelmiş büyük bir heyecanla karnavalın renklerinden biri olmaya karar vermiş.

YAZAR HAKKINDA

Sevcan Özbek Akın

Küçüklüğünden beri okuma heveslisi; önüne ne gelse okuyan, bu zamana kadar dünyanın birkaç ülkesi dahil, birçok sokak, mahalle, şehir gezmiş, biraz takıntılı, biraz dağınık birisi. Yazmayı ilk defa ortaokulda denemiş; ama ben bunu yapamıyorum, deyip vazgeçmiş. Bu tutku aklının bir köşesinde kalmış olacak ki yıllar sonra bu işin eğitimini almaya karar vermiş ve Yazarlık eğitimi sırasında harika insanlarla bir araya gelmiş büyük bir heyecanla karnavalın renklerinden biri olmaya karar vermiş.

Bir Yorum Yazın

+ 33 = 41