Edebiyat

SAKLAMBAÇ

Her yer simsiyah. Geceden değil, toprağın derinliklerinden gelen bir karanlık bu. Gündüzleri topraktan hayat bulan ağaçlar, şimdi nankörce daha da derinlere inip pis kokulu karanlığı çıkarıyorlar ay ışığına. Küçük, yeşil yaprakları bahçenin dört yanında yükselen duvarlarda kocaman, kara lekelere dönüşüyor. Hava sıcak. Gölgeler dışında hiç bir şey hareket etmiyor.

Ebe yapraksız, eğreti bir dalın gölgesi ardında yüzden geriye doğru saymaya başladı bile. Doksan dokuz, doksan sekiz…

Neden burada, bu oyunu oynuyorum bilmiyorum. Ama çok korkuyorum. Bir an önce saklanmalıyım. Ebenin kısık, tüylerimi ürperten sesi kulağımda.

Saklan! Nereye? Dört duvar, tuğlalar… Dışarı çıkamıyorum. Kaçacak bir yer, çıkış… Ağaçlar, yapraklar hışırdıyor. Sabırsızca, hızlı hızlı sayıyor ebe… Seksen dokuz, seksen sekiz…

Nereye saklansam? Eski bir dolap, seyrek çalılar, ağaçların incecik sivri dalları… Hemen bulur beni. Yürüyorum. Duvarda gezdiriyorum ellerimi. Bu ne? Bir delik… Buradan geçip dışarı çıkabilir miyim? Hayır. Sadece küçük bir boşluk bu. Tuğlalardan biri yere düşmüş sanırım. Ama dur! Neden olmasın? Buraya saklanabilirim. Hadi dene. Kendimi iyice küçültmeliyim. Biraz daha, biraz daha… Zorlansam da sığdırıyorum kendimi bu küçücük deliğe. Şimdi sakinleşmeliyim. Hareketsiz durursam beni burada fark etmeyeceğine eminim. Başımı çevirip bahçeye bakıyorum. Beyaz elbiseli bir kadın dışında kimsecikler yok. Herkes çoktan saklandı mı? Bir tek ben mi kaldım? Hayır hayır. Ben saklanıyorum. Sadece o kalmış. Ben değil.

Bembeyaz elbisesi… Nasıl da parlıyor. Nereye saklanacak o elbiseyle? Neden öyle dikilmiş hareketsiz bekliyor? Ebe o mu yoksa? Ama gözleri açık. Ağzı da hareket etmiyor. Bu kadar çirkin, bu kadar sabırsız bir ses ondan çıkıyor olamaz. Altmış dokuz, Altmış sekiz… Yavaşça kaldırıyor başını. Bana doğru bakıyor. Gördü mü beni? Sakın kıpırdama. Nefes bile alma. Gelme buraya, sana yardım edemem. Bir adım atıyor bana doğru. Başımı hızla sağa sola sallıyorum. Gülümsüyor, eğiyor başını. Sol tarafına doğru yürüyor. Etekleri dolanıyor bacaklarına. Çıplak ayakları çimenleri eziyor. Hava çok sıcak. Dağılıp toz oluyor çimenler. Ayaklarının ardında bıraktığı izleri görebiliyorum. Hiç aldırmıyor. Yürümeye devam ediyor. Köşedeki eski dolaba bir göz atıyor; ama oraya saklanamaz. Duvarın dibine kadar gidiyor. İncecik parmaklarını gezdiriyor tuğlaların üstünde. En karanlık gölgeye gelene dek ilerliyor. Büzülüp saklanmaya çalışıyor karanlığına. Bir kaç saniyeliğine göremiyorum onu. Ya onu değil de beni bulursa? Ama sonra gölgeler yer değiştiriyor. Kıvrılıp yere çömelmiş ince bedeni açığa çıkıyor. Hemen diğerine gidiyor. Yine aynı şey. Kara gölgeler her seferinde yer değiştirip onu açıkta bırakıyorlar. Derin bir nefes alıyorum. Çaresizce yürüyor bahçenin ortasına. Bir kez daha başını kaldırıp benim olduğum tarafa doğru bakıyor. Ebe saymaya devam ediyor. Kırk dokuz, kırk sekiz… Kocaman gözleri delip geçiyor beni. Göğsümde bir şeylerin gezindiğini hissediyorum. Siyah saçlarının çevrelediği yüzü solmaya başlıyor. Gözleri kapanıyor. Kuru çimenlerim üstüne bırakıyor kendini. Pes ediyor. Zaten ebenin onu bulacağı baştan beri belli değil miydi? Artık vaktin dolmasını bekliyor. Ben de bekliyorum. Otuz dokuz, otuz sekiz…

İyice sıkıştım burada. Nefes almak da gitgide zorlaşıyor. Üstümde böcekler gezmeye başlamış. Başımda, ellerimde, gözlerimde… Her yerdeler. Isırıyorlar beni. Bir an önce çıkıp gitmek istiyorum. Ama gözlerimi de beyazlıdan alamıyorum. Dehşetle izliyorum onu. Sırtı gitgide kamburlaşıyor; küçülüyor. Beyaz elbisesinin içinde eriyip toprağa karışıyor sanki. Toprak çok kuru. Böcekler gömleğimin içinde. Çorabıma kadar girdiler. Kaşınıyor. Dayanamıyorum. Biraz yer açmaya çalışıyorum kendime. Ellerimle iki yanında duran tuğlaları ittiriyorum. Ama yumuşak bir şeylere değiyor ellerim. Hemen çekiyorum ellerimi. Başımı çevirip bakıyorum. O zaman fark ediyorum; benim gibi kıvrılmış saklanan iki kişiyi daha. Korkuyla geri geri gitmeye çalışıyorum. Birisi elleriyle durduruyor beni. Arkamdan uzanıp sarıyor beni kollarıyla. Hareket edemiyorum. Yanımda, üstümde, altımda… Yüzlerce, binlerce yüz tuğlaların yerini almış; bana bakıyor. Titrek nefesleri değiyor tenime. Ebe saymaya devam ediyor. Beyazlı eridikçe eriyor. Yalnızca beyaz elbisesinin üstü hafifçe inip kalkıyor şimdi. Ebe saymayı bitirdiğinde onu bulamayacak belki de. İyice sıkıştım. Nefes alamıyorum. Ne olur biraz yer açın. Ah şimdi, beyazlının yerinde olsaydım keşke. Zamanın bir an önce geçip gitmesini diliyorum. Dokuz, sekiz… Beyazlı da bekliyor. Etrafımdaki binlerce yüz de… Herkes kör bir bekleyişin içinde. Ebe bulmayı bekliyor, biz bulunmayı bekliyoruz. Dal kırılmayı, güneş doğmayı bekliyor. Toprak sulanmayı. Az kaldı. Ebe saymayı bitirecek, güneş doğacak. Ebe sobe diyecek. Güneş sarı. Ama önce kızıl gölgesi vuracak toprağa. O zamana kadar hepimiz  saklanacağız. Ben saklanacağım. Ne ebe olacağım ne sobe.

Ezgi Orhan

Poe’nun dehşetengiz öykülerinin karanlığı ile Miyazaki’nin rengarenk ve duygu dolu dünyasının arasında kalmış, yolunu bulmayı çok da umursamayan kayıp bir ruh. Neden yazar, neden çizer? Çünkü konuşmayı sevmez, anlatmayı da sevmez; ama hayal etmeyi sever. Gerçekleştirmeyi umursamadan hayal eder. Bunları da kağıda döker. İleride ait olamadığı bu dünyadan kaçıp Neverland’a yerleşmek, kitapları ve boyaları ile sonsuza dek mutlu yaşamak istemektedir. Ama şimdi katılması gereken bir karnaval var.

YAZAR HAKKINDA

Ezgi Orhan

Poe’nun dehşetengiz öykülerinin karanlığı ile Miyazaki’nin rengarenk ve duygu dolu dünyasının arasında kalmış, yolunu bulmayı çok da umursamayan kayıp bir ruh. Neden yazar, neden çizer? Çünkü konuşmayı sevmez, anlatmayı da sevmez; ama hayal etmeyi sever. Gerçekleştirmeyi umursamadan hayal eder. Bunları da kağıda döker. İleride ait olamadığı bu dünyadan kaçıp Neverland’a yerleşmek, kitapları ve boyaları ile sonsuza dek mutlu yaşamak istemektedir. Ama şimdi katılması gereken bir karnaval var.

Bir Yorum Yazın

6 + 1 =

2 Yorum