Edebiyat

DÖNGÜ

Uyandığında hava henüz aydınlanıyordu. Yataktan doğrulup perdeyi araladı. Tan yeri ağarmaya başlamış, ufku belli belirsiz bir aydınlık sarmıştı. Gün doğumundan önceki sabahın alaca karanlığı… Ne zaman böyle erken uyansa içinde hep bir tedirginlik hisseder, sanki bir şeyleri yanlış yapmış ya da gece ondan habersiz kötü şeyler olmuş gibi sebebini bilmediği bir mutsuzluk içine çökerdi. Bu yüzden belki, hep geç uyur, sabahları da öğlene doğru uyanırdı.

Gökyüzüne, karşı apartmanın perdeleri çekilmiş karanlık pencerelerine, boş sokaklara, cılız sokak lambasının ışığı ile aydınlanan parke taşı kaplı sokağa ve yolun kenarına bir sıra halinde dizilmiş otomobillere uzun uzun baktı. Yolun karşısında, yere dökülmüş çöpün etrafında dolaşıp yiyecek arayan sokak kedisi bir şey bulamamış olmalı ki uzaklaşıp gözden kayboldu.  Evin bahçesindeki çamaşır ipine asılmış beyaz çarşafları havalandıran rüzgârın uğultusu ve uzak caddelerdeki tek tük otomobil sesleri dışında etraf oldukça sessizdi. Perdeyi kapatıp önce odanın ışığını sonra da televizyonu açtı.  Dini içerikli bir program vardı televizyonda. Arkada bir fon müziği çalıyor, ekranda çeşitli bitkiler ve çiçekler görülüyordu. Ancak video hızlandırılmış olmalı ki, bu bitkiler saniyeler içinde büyüyor ve çiçek açıyordu. Bu görüntüler akarken, arkadan bir ses “sensin bize bizden yakın, görünmezsin hicap nedir?” diye soruyordu. “Bedenimiz ruhumuzun mabedidir,” diyordu sonra. Sunucunun kendi sesi değildi bu, gündelik hayatta böyle konuşan biri olamazdı. Dini yapımlara özgü bir şeydi besbelli, sunucu tuhaf derecede derinden gelen ulvi bir ses tonuyla konuşuyordu. Belli ki bu, söylediği şeylerin izleyici üzerinde bir etki uyandırması içindi. O etkiyi uyandırdı da. Hem sesiyle, hem de söyledikleriyle.

Eşini kaybettiğinden beri, kendini sakatlamak dürtüsü ortaya çıkmıştı. Bıçağı ile koluna küçük kesikler atmaya başlamıştı önceleri. Bazen de göğsüne bıçağın ucunu batırıp yaranın içinde döndürerek küçük delikler açıyordu. Kendi kanını akıtmak, arınma duygusuna benzer bir duygu uyandırıyordu onda. Kan pıhtılaşmaya ve acı yavaşça kaybolmaya başladığında ise içinde bir huzur duyuyordu.

Vücudundaki yaralar her gün biraz daha çoğaldı. Onları bir zafer nişanı gibi taşıdı her zaman. Şimdilik ölmeyi istemiyordu ama. İntihar etmek aklından geçmemişti hiç. Bir savaş gazisiydi o. Şehitlik mertebesine hiçbir zaman ulaşamayacak olan. Eskiden kalbi cennet gibiydi, şimdi ise zihni bir cehennem. İyi tarafı birkaç gündür bu dürtüye karşı koymayı başarmıştı. Yaraları kabuk bağlıyordu. Geçici bir heves miydi? Ya da sıkılmıştı belki de. Her şeyden sıkılabilir insan. Sonunu getirecek cesareti bulamaz çoğu zaman.

Bir spor müsabakası aradı kanallarda. Sonunda banttan bir boğa güreşi yayını buldu. Türkçe dublaj yapılmıştı ama orijinal dilinde konuşan spiker de hafifçe duyuluyordu arkadan. İçinde boğa güreşine karşı kuvvetli bir merak duydu. Gözlerini kırpmadan izlemeye başladı gösteriyi. Bazı sahnelerde heyecandan nefesi kesiliyor, bazı sahnelerde ise öfkelenip ekrana küfürler yağdırıyordu. Boğayı tutuyordu en başından beri. Boğanın kazanmasını istiyordu ama bu pek mümkün değildi. Boğa gösterinin sonunda matadorun elinden can verecekti biliyordu bunu. Ama yine de bir umutla, belki boğa matadoru öldürür diye bekledi hep. İlk bölümde matador elinde pelerinle arenada boğa ile bir çeşit gösteri yaptı, sonra elinde mızrak olan bir pikador at sırtında arenaya girdi ve boğayı mızraklarla yaraladı. Boğa çok kan kaybetti. Belli ki bu bölümde boğayı olabildiğince yormak ve kanını dökerek güçten düşürmek hedefleniyordu. İkinci bölümde matador elindeki pelerinle boğanın dikkatini çekiyor, boğa üzerine saldırdığında ise boğaya keskin ve sivri çubuklar saplıyordu. Kan döküldükçe seyirci keyifleniyor, çığlıklar atıp tezahürat yapıyordu. Üçüncü ve son bölümde ise matador daha küçük bir pelerin ve elinde bir kılıçla arenaya giriyor, gösteriyi sona erdirecek son perdeyi oynamaya başlıyordu. Bu son perdede boğa kılıçla öldürülecekti. Hepi topu üç perdelik bir trajediydi bu. Beş perde olsaydı ve gösterinin sonunda boğa, matadorlar ve seyirciler dâhil herkes ölseydi bir Shakespeare trajedisine de benzeyebilirdi aslında. Fakat bu gösteride sadece boğa ölecekti. Gösteri boğa ölmeden de bitebilirdi tabii ki, ancak bunun için boğanın yaşamından vazgeçmesi gerekiyordu. Bu bir paradoks gibi görülebilir biliyorum; ancak durum bundan ibaretti. Boğanın saldırması hayatta kalma içgüdüsünden geliyordu. Boğa ölümü kabullense, saldırmayı bırakacak ve gösteri anlamını yitirecekti. Son perde tamamlanamayacağı için seyirci hayal kırıklığı içinde evine geri dönecekti. Bir boğa güreşinin temel kuralıdır çünkü: “Boğa saldırmaktan vazgeçtiği an gösteri biter.” Boğa ölümden kurtulur. Ancak bu aynı zamanda boğanın pelerine boyun eğmesi anlamına da gelir. Oysa boğa arenaya ilk girdiğinde gururludur. Başı diktir. Kendini arenada yalnız ve tehdit altında hisseder. Tek amacı kendini korumak ve hayatta kalmaktır.

Hayatını düşündü. Boğanın arenada düştüğü hataya o da düşmüştü. Hayatta kalmak, kendine bir yer edinebilmek için gösterdiği tüm çabalar, pelerine saldırmaktan başka bir şey değildi. Belki de hayatta kalmak için gururu elden bırakıp mağlubiyeti kabul etmek ve yenilgiyi kucaklamak gerekiyordu. Peki, pelerin kimin elindeydi? Asıl sorulması gereken soru buydu. Ne kadar çabalarsak çabalayalım gösterinin sonunda bizi bekleyen şey ölümdür. Pelerin, ölümün elindedir o zaman.

Boğa ölüp de gösteri bitince televizyonu kapattı, gözünden bir damla yaş süzüldü. Boğaya mı acımıştı yoksa kendine mi bilmiyordu. Berbat bir haldeydi. İki gündür evden dışarı çıkmamıştı.  Kalabalık sokaklar içini daraltıyordu. Başka insanlara, ötekiye tahammül edemiyordu. Sinek vızıltısını andıran konuşmalar, kalabalık yerlerdeki ter kokusu, sokağa dökülmüş çöplerden, kanalizasyon kapaklarından etrafa saçılan iğrenç kokular. Yalnız kalmak istiyordu. Karnı da acıkmıştı. Mutfakta bir dilim kuru ekmek, birkaç zeytin, üzeri küflenmeye başlamış bir parça peynir ve dünden kalan yarım bira ile kahvaltısını yaptı. Bira sıcaktı ve gazı kaçtığı için tadı berbattı. Sokağın başındaki tekel bayiine kadar giderek bu akşamlık içkisini aldı. Televizyon izleyerek gece geç saatlere kadar içip sarhoş oldu. İçkiler bitince, birkaç uyku hapı alıp yatağa uzandı ve deliksiz bir uykuya daldı.

Hasan Yunuslar

Sözcüklerin tılsımına, kurmacanın büyüsüne kapılmış, kalemiyle sayfa düzleminde yarattığı öteki dünyalardaki sürgünlüğü ile özgürleşen bir adam.

8
1

YAZAR HAKKINDA

Hasan Yunuslar

Sözcüklerin tılsımına, kurmacanın büyüsüne kapılmış, kalemiyle sayfa düzleminde yarattığı öteki dünyalardaki sürgünlüğü ile özgürleşen bir adam.

Bir Yorum Yazın

9 + 1 =

4 Yorum