Kamp yapmak en büyük çocukluk hayallerimden biriydi. Gece olup hava soğuduğunda, ay bütün parlaklığı ile ortaya çıktığında, alışageldiğim insan ve şehir sesi kulaklarımdan silindiğinde; en yakın yerleşim yerinden kilometrelerce uzakta iken yabani hayvanların ulumasını, yaprakların hışırtısını dinleyerek, tulumun içinde büzüşüp ısınmaya çalışarak uyumak; uykunun en derin yerinde iken aniden kopacak bir fırtına ya da öfkeli, aç, davetsiz misafirin tatsız ziyareti ile uyanma ihtimali beni hem korkutur hem de cezbederdi…
Doğada yaşamak deyince aykırı olmayı, toplumsal düzen ile uyumsuzluğu anlarım. Bu konu hakkında yazılan kitapları, çekilen sinema filmlerini düşününce aklıma en başta Thoreau’nun “Walden Gölü” ile Yorgos Lanthimos’un “The Lobster”i gelir. Her iki eser de anarşist yapıtlardır. Walden Gölü’nde Thoreau’nun kapitalist şehir hayatına öfkesi eserin ‘yalnızlık’ adlı bölümünde görülebilir.
“Toplum, genellikle çok sığdır. Sık sık buluştuğumuz için birbirimize yeni değerler kazandıracak vakit kalmıyor. Küflü birer peynir olan bizler günde üç öğün buluşup her seferinde başkalarına yeni tatlar vermeye çalışıyoruz. Bu sık buluşmaları katlanır hale getirmek ve çatışmamak için görgü kuralları ve kibarlık dediğimiz kurallar dizisine uymak zorundayız. Her gün postanede, kalabalıklarda ve her akşam ateş başında buluşuruz; kalabalıklarda yaşar birbirimizin yolunda durup köstek oluruz, bence bu yüzden karşılıklı saygıdan bir şeyler kaybederiz. Daha az görüşerek önemli ve samimi konulardaki iletişimimizi arttırabiliriz.”
(…)
“Zamanın büyük kısmında yalnız kalmanın daha erdemli olduğunun farkındayım. Bir grubun parçası olmak, birileriyle birlikte olmak en iyisiyle bile olsa bir süre sonra yorucu ve vakit kaybıdır. Yalnız olmayı seviyorum. Yalnızlık kadar sıcakkanlı bir yoldaş tanımadım. Dışarı çıkıp insanlara karıştığımızda evimizde olduğumuzdan daha yalnız kalırız. Düşünen ve çalışan bir kişi her zaman yalnızdır, bırakın da öyle kalsın.”
Yorgos Lanthimos’un kadın ve erkek kahramanları ise evlenmedikleri için toplum tarafından cezalandırılacaklar, çareyi de sırtlarına tüfek alıp ormanda, şehirden uzakta kendileri gibi olanlarla çete kurmakta bulacaklardır. Bizim gibi ‘normal’ insanların arasına sızmak için otoban kenarından takım elbiseleri ile yürüyerek şehre girdikleri, polise evli imişler numarası yaparak güvenlik kontrolünden gizlice geçtikleri ve herkes gibi görünmek, dikkat çekmemek için raflardan alışveriş yaptıkları sahneler hiciv, kara mizah doludur.
Ekim ayında Bozcaarmut yakınlarında ailece bir kafileye katılıp kamp kurduğumuzda doğada yaşamın şehir hayatına isyandan çok daha fazlası olduğunu gördüm. Çocukluk hayalimin ancak kırkına merdiven dayadığımda gerçekleşmesine olanak sağladığı için eşime ne kadar teşekkür etsem azdır. Kendisi başımıza gelebilecek bütün terslikleri öngörüp beklentilerini minimize ederek bu yolculuğa hazırlandı ve oraya vardığımızda grubun içinde en kolay uyum sağlayan, en fazla keyif alanlardan biri olmayı başardı.
Ortaya çıkabilecek tersliklerin, yoksunlukların insana keyif verdiği çok ender alanlardan biridir kampçılık. Karşınıza çıkan her zorluk maceraya, deneyime dönüşür. Her zorluk size kendinizi sınamanız için fırsat sunar. Kamp arkadaşlarınız ile yardımlaşma ihtiyacı duyarsınız. Onlarla yiyeceklerinizi, fenerinizi, fazla battaniyenizi paylaşır, onları yakından tanıma fırsatı bulursunuz. Kendi bilmediğiniz becerilerinizi keşfedersiniz.
Şehir hayatı, içinde yaşadığımız kapitalist düzen, bize kurmaca bir dünya sunuyor. Bu dünyada isteklerimiz, gereksinmelerimiz gerçek değil. Doğaya ait canlılar olarak soğuktan ve yağmurdan korunmak için barınma, ısınma gibi pek zaruri ihtiyaçlarımız olduğunu hepimiz unutmuş durumdayız.
Kafile ile birlikte yaptığımız on dört kilometrelik orman yürüyüşü benim gözümde pek çok şehir turundan daha yaşamsal bir deneyimdi. Hep birlikte geri dönerken hava kararmıştı, yolumuzu sadece ay ışığı aydınlatıyordu. Yağmur yağmaya başlamıştı. Yürümekten hepimizin ayak bilekleri ağrıyordu. Yanımıza aldığımız küçük şişelerdeki su bitmişti. Açlığımızı ancak böğürtlenlerle ve ceviz büyüklüğünde yabani elmalarla bastırmıştık.
Saatler süren turdan ıslanarak döndüğümüzde naylon çadırlarımızı bıraktığımız yerde bulunca ‘eve varmanın’ sevincini yaşadık. Akşam yemeğinde az sayıda yiyeceği bölüştük. Soğukta kamp ateşinin isine ve dumanına keyifle katlandık. Üşüdük. Yorulduk. Ertesi sabah çaysız, kahvesiz, ıslak ekmek ve iki dilim peynirle kahvaltı yaptık. Sadece en temel ihtiyaçları karşıladık ve bunu başarabildiğimiz için mutluluk duyduk.
Gerçek kampçılar dağcı ruhuna sahiptirler. Konfordan, lüksten rahatsızdırlar. Zorluklarla motive olurlar. Onlar için aksaklıklar keyifle birbirlerine anlatacak sohbet malzemesidir. Yoksunluklar paylaşımı arttırmak için fırsattır. Açlık iştahlarını bileyen garnitürdür.
Kampçı, mülkünü şehirde bırakan kişidir. Onun mülkü işittiği arıların, ağustos böceklerinin vızıltısıdır. Çam ormanlarını titreten rüzgardır. Bulutlardır. Küf kokusudur. Güneştir. Yıldızlardır.
Kampçı, tabiatı tam anlamıyla tanımak için günübirlik gezintilerin yeterli olmayacağını, mutlaka doğanın kucağında uyumak gerektiğini bilir. Sahi, bütün bunları anlatana sorun bakalım çadırda kaç gün konakladın diye. Size bir gece geçirdiğini söyleyecek. Sadece bir gece!