Çocukken bir alışkanlığım vardı: İnsanları izlerdim. Tanımadığım insanları… Yoldan geçenleri, otobüste karşıma oturanları, balkondan baktığımda yürüyüp gidenleri… Hepsiyle zihnimde bir hikâye yazardım. “Nasıl bir hayatları var acaba?” diye sorardım içimden. Mutlular mıydı? Üzgün müydüler? Umutla mı yürüyordu adımları, yoksa yorgun muydu ruhları?
Bazı yüzler vardı; ışık gibiydiler. Gülümsediklerinde içime sıcaklık dolardı. Sanki onların varlığı bile insanın yeniden hayata inanması için yeterliydi. Yanındayken kendini güvende hissederdin. Ama sonra düşünürdüm… Kapılar kapandığında da böyle mi acaba? O gülümsemenin ardı da aydınlık mı? Çoğu zaman hayır.
İnsan, acısını saklamayı öğrenmiş bir varlık. İçinde fırtınalar koparken dışarıya bahar havası sunar. Çünkü acısını anlatmak cesaret ister. Ve bu dünyada cesur olmak bazen yargılanmakla ödüllendirilir. Sadece dinlemek yeterli olabilecekken, biz yargılamayı seçeriz. Yüzüne bakarız birinin ve sanki hayatını ezbere biliyormuşuz gibi karar veririz onun hakkında. Bir kadın görürüz; kıyafetine, davranışına, geçmişine dair bilmediğimiz yüzlerce şey varken ona bir kelimeyle yafta yapıştırırız: “Orospu.” Ama onun hangi çaresizliği yaşadığını, hangi zorunluluğun bedenini değil, ruhunu sattığını asla bilmeyiz. İyilik yapan birini görürüz, “Kendini göstermek istiyor” deriz. Çünkü iyiliğin samimi olabileceğine inanmıyoruz artık.
Kalbin güzel bir şey için attığını kabullenmek, çoğu zaman kıskandığımız bir duygudur. Ve sonra bir sabah… Gülümseyen, güldüren birinin intihar haberini alırız. Şaşırırız. “Hiç belli etmiyordu” deriz. Ama kimse sormamıştır ona: “Gerçekten iyi misin?” Çünkü gülen biri kötü olamaz, değil mi? İyi görünüyorsa, mutludur. Bir sorun varsa bile abartıyordur. O yüzden o da gülümsemeye devam etmiştir. Çünkü sustuğunda yargılanacağını biliyordu. Gülümseyerek kendini gizlemek, en kolay savunmaydı. Ve en ölümcül olanı…
Hepimiz susuyoruz. Bir sorun yaşadığımızda içimize atıyoruz. Çünkü insanlar artık acıyı duymak istemiyor. Yorgun ruhlara tahammülü yok kimsenin. “Derdimi anlatırsam ne derler?” korkusu, insanın diline vurduğu zincir artık. Yoldan geçen birine bakıyoruz. Yüzü asıksa, “Ne ters insan” diyoruz. Ama kim bilir, belki o yüz… dün gece kaybettiği bir yakının yasını taşıyor hâlâ. Kimse bilmiyor. Ve kimse öğrenmek istemiyor. Çünkü anlamak, yük almak demek. Yargılamak ise zahmetsiz. Dünyaya hep kendi gözümüzden bakıyoruz. At gözlüklerimizi takıp sadece önümüze bakıyoruz. Empati ise gözlükleri çıkarıp çevreyi gerçek haliyle görmek demek ve bu çaba, çoğumuza fazla geliyor. Ama işte bu yüzden, insanlık uzaklaşıyor birbirinden. Görmüyoruz. Duymuyoruz. Anlamıyoruz. Sormuyoruz. Ve yavaş yavaş… Unutuyoruz. Hepimizin bir hikâyesi var.