Denemeler Haftalık Öneriler Öneriler

“Ustalık Gerektiren Kafaya Takmama Sanatı” ve Düşündürdükleri…

Onaylanma, Sevilme ve Değerli Görülme İhtiyacına Yönelik bir Anlatı

“Daha pozitif bir deneyimi ARZU etmenin kendisi negatif bir deneyimdir. Ve paradoksal olarak, insanın negatif deneyimini KABUL ETMESİNİN KENDİSİ pozitif bir deneyimdir.”

Kitapçıda başka bir kitabı ararken denk geldiğim bu kitap #1 INTERNATIONAL BESTSELLER gibi süslü ve bana göre “satış politikası” bir etiketle ve dahi tupturuncu bir kapağa dev harflerle yazılmış USTALIK GEREKTİREN KAFAYA TAKMAMA SANATI ismiyle parlıyordu.

USTALIK GEREKTİREN KAFAYA TAKMAMA SANATI

Elbette kitabevinin ortasında özenle dizayn edilmiş “bunları satın alın” kısmının en üstündeydi. Ne aradığını bilmeyen okuyucuları yönlendirmek için ilgi çekici “çok satan” ya da zamanın popüler olmuş kitapları genelde böyle sergilenir. Gözüme takıldı. Karnavalesk yazarlarımızın önerdiği iki kitabı daha alacaktım. O iki kitabı buldum, ama kendi istediğim kitap yoktu. BKM de 3 al 1 öde kampanyası için bir kitap daha ekleyeyim dedim. İstediğim kitaba alternatif bir kitap bulamadım. Dönüp dolaşıp bu turuncu kitaba döndüm. Öylesine açtım ve girişte yazdığım paragrafı okudum.

Çok satan kişisel gelişim kitapları genelde “kendinin en iyi versiyonu” olmayı hedeflemenizi sağlayacak önerilerle doludur. Sonra girişe baktım. Charles Bukowksi‘nin hayatı ile başlıyordu. Bir kişisel gelişim kitabında bulmayı  umduğunuz en son adamdır diyordu. Esprili dedim…

Hayat, özellikle Türkiye’deki koşullar nedeniyle, son yıllarda hatta son on yıllarda diyeyim, hepimiz için çok zor. Ekonomik koşullar ortada, eğitimin kalitesizliği, ayrıştırıcı söylemler, güvensizlik…

Güvensizlik… Bu ülkede özellikle gençler kendilerini hiç bir anlamda güvende hissetmiyorlar. Ne aldıkları eğitimle bir yere gelebileceklerine inanıyorlar ne iş hayatına atıldıklarında haklarını alabileceklerine inanıyorlar ne de başlarına bir “iş” gelse adalet tarafından haklarının savunulacağına, “korunacaklarına” inanıyorlar. Onlar hayatlarının başındalar ve ben onlar için çok üzülüyorum.

Bizler yani 80-90 doğumlular içinde ayrı şey geçerli elbette, hayatımızın tam ortasındayız.  İyi kötü iş gücünün bir parçası olduk, çoğumuz aile kurdu, bazılarımız kurmaya çalışıyor, bazılarımız tercih etmedi elbette – kimsenin böyle bir zorunluluğu yok-  ancak yaşıtlarımızdan kiminle konuşsam tüm bu hengame içinde kimse huzurlu değil. Kimse hayattan beklentisini karşılayamıyor, kimse hakkını tam olarak aldığını düşünmüyor, kimse 5 sene sonrası için bile ekonomik koşulların ne getireceğini bilemiyor. Hani şu meşhur Maslow hiyerarşisi vardır ya. İşte o hiyerarşinin en alt basamaklarında sürünüyoruz. Fizyolojik ve güvenlik ihtiyaçları basamaklarına sıkışıp kaldık.

En kötüsü de hayatla mücadele ederken kimse en üst basamak için “Kendini Gerçekleştirme” için çabalayacak ne zaman ne de para bulabiliyor. Motivasyonumuz da giderek azalıyor.

Sosyal medyanın da bombardımanı altındayız elbette. Bir tarafta çılgınlar gibi # etiketleri ile gündemi takip edip olumsuzluklara, haksızlıklara, adaletsizliğe, liyakatsizliğe gönderilerimizle tepki gösteriyoruz. Diğer taraftan doktorların, koçların, beslenme uzmanlarının vs. daha sağlıklı bir hayat önerilerine maruz kalıyoruz. Influencerların “bakın hayat böyle yaşanır” isimli sahte gönderileriyle kendimizi kıyaslıyoruz.

Mark Manson şöyle yazmış:

“Bugün içinde yaşadığımız kültür takıntılı bir biçimde gerçek dışı pozitif beklentilere odaklanmıştır: Daha mutlu ol. Daha sağlıklı ol. En iyisi ol. Başkalarından daha iyi ol. Daha zeki, zengin, seksi, popüler, üretken ol, imrenilen ve hayranlık duyulan biri ol… İroniktir ama pozitife, daha iyi olana, en iyiye olan bu takıntı bize durmadan sadece ne olmadığımızı ne olabilecekken olmayı başaramadığımızı hatırlatır.”

Şimdi “manifestlemek” diyorlar. Sahip olmak istenen şeyleri elde edebilmek için onları manifestliyorsunuz. Yani ben bunlara sahip değilim ama olmalıyım, diyorsunuz. Hak ettiğinize yeterince inanırsanız evren size hak ettiğinizi verir, mantığı…

Şunu düşünüyorum. Bizim kuşak nasıl büyütüldü? “Ödevini yaparsan bilgisayarı açabilirsin.”

Hatırlıyorsunuz değil mi? Akıllı telefonların yani internet erişiminin elimizin altında olmadığı yıllardı. O koca kasalı bilgisayarlar genelde ailemizin görebileceği bir yerde dururdu. Zaten internete bağlanırken kasadan uzay mekiği çalıştırıyormuşuz gibi cızırtılı sesler geldiği için gizli gizli internete girme şansımızda olmazdı. Bu örneği neden verdim, ergenlik dönemimizde kişisel sınırlarımızın olmadığına dair iyi bir örnek çünkü. Ama “ödevini yaparSAN bilgisayarı açabilirsin” cümlesindeki asıl bağlantı şurada: bizler koşullu büyütüldük. Ailelerimiz öylesini biliyordu çünkü onları da yargılamıyorum.

Başarılı olurSAN aileni gururlandırırsın.

İyi davranırSAN bir şeyleri hak edersin.

Söz dinlerSEN onaylanırsın.

Derslerin iyiySE öğretmenlerinden takdir alırsın.

Sonra ne oldu?

Sana ne iş verilse verilsin itiraz etmeden yaparSAN işveren tarafından tutulursun, onaylanırsın, saygı görürsün.

“Aza kanaat, elindekine şükür” bugün birileri tarafından halka pompalanan düşünce değil mi? Önce muhtaç edeceksin sonra az bir şey verdiğinde sana sonsuz bir minnettarlık ile bağlanacak….

Şimdinin gençlerine Z kuşağı deniyor ve onlar işte tüm bu koşullu onaylamalarla baş etmeye çalışıyor. Onlarla çalışmak çok zormuş… İtiraz eden, umursamaz, işinin peşine düşmeyen, sorumluluk almaktan kaçan bir nesil diyorlar ya hani. Neden acaba? Tüm bu umursamazlık, ergenlik problemlerinin ileri yaşlara kadar uzaması, “yetişkin hayatına beklenen gibi entegre olamama” durumu bir tür savunma mekanizması olamaz mı?

Popüler olmak, güzel olmak, yakışıklı olmak. Yani iyi görünmek… Şu an çok ama çok önemli.

Sosyal medyada görünür olmak… “Yasaklansın denilen mecrada” yayınlanan videoların yüzlerce binlerce milyonlarca beğeni alması gençler için neden bu kadar önemli? Hani “challenge”ların yapıldığı, kızların kamera önünde dans ettiği, taklitlerin yapıldığı, mecra içindeki sanal oyunlardaki performansların eklendiği bu platformda milyonlarca izlenmek neden bu kadar önemli?

Sosyal medyada görünürSEN önemlisin! mesajı yüzünden.

Şuan özellikle gençlerin ama sadece gençlerin değil elbette neredeyse herkesin uğruna savaş verdiği ihtiyaç bu değil mi? Görünür olmak, önemli olmak, değerli hissetmek… Şimdi bunlar, hiç tanımadığın milyonların seni izlemesi ve onaylamasına bağlı. Bu yüzden teyzeler, dedeler bile videolar çekmiyor mu?

Konservatuar mezunları, tiyatro eğitimi vs. alan insanlar var, ne kadar yetenekli olan insanlar var; ancak bu düzen içinde kendilerini gösterebilecekleri yerlere gelmeleri çok zor. Ama biz onların hesaplarını keşfediyoruz ve bu yetenekler de oradan kitlesine ulaşıyor. Bu da bence sosyal medyadaki en güzel yön. Yine de bu yeteneklerin kendilerini gösterebilmek ve hak ettikleri yere gelebilmek için bu mecraları kullanmak zorunda kalmaları üzücü. Onlarınki onaylanma ihtiyacı değil onlarınki gerçekten yetenekli oldukları alanda kendilerini gerçekleştirmeleri. İkisi ayrı tutulmalı. Ama ayrı tutamayan pek çoğu çeşitli “şaklabanlıklarla” kendilerine bu dünyada bir yer edinmeye çalışıyor.

Yine de biz onları “yargılama” hakkına sahip miyiz? Bence değiliz. Çünkü insan önce dönüp kendi ihtiyaçlarını nasıl karşıladığına bakmadan olmaz. O yüzden bu yazı bir yargılama yazısı değil. Sanırım kendimce -burası önemli- durum analizi diyebilirim.

Toparlarsam demek istediğim şey şu;

Onaylanma, değerli hissetme ve sevilme ihtiyacı herkeste olan doğal ve hayati ihtiyaçlardır. Hepimizin bildiği, katıldığı bir şey bu.

Bu ihtiyaçlarımızı hayatımızın en başında ailemizden ve/veya çocukluk yıllarımızda toplum tarafından koşulsuz olarak görebilseydik eğer ergenlik ve yetişkinliğimizde koşullanmalarla daha rahat baş edebilirdik, diye düşünüyorum.

Herkes gibi ben de zor zamanlar geçirdim, bir kısmı yetişkinliğe kadar uzanan yoğun kimlik karmaşası / ergenlik problemleri… Sonra işte hayatla mücadele… Çoğu kişi gibi… Sonra da hastalandım. “Gerçekten hasta” olmanın ne olduğunu yaşadım. Beyin MRına girdiğimde, genç inmesi riski taşıyıp taşımadığımın belirlenmesi için tahlillerimin şehir dışından gelmesini beklediğim süreçte ölümün bende hep yaşlanınca gelecek bir kavram olduğunu fark ettim. Ama öyle olmayabilir, değil mi? Ölüm var ve her an gelebilir; ama ölümden beteri de var. Ama sanırım kimse sağlıklıyken ölümden de beterinin kendi başına geleceğini düşünmüyor. Bu da bir savunma mekanizması galiba. Sonra hastalanıyorsun ve risklerle baş başa kalıyorsun, o zaman düşünüyorsun işte.

Ve depresyon… Depresyon sadece “üzgün” hissetme hali değil. Önce üzgün hissetme sonra hiç bir şey hissetmeme hali aslında… Depresyon sadece sürekli uyuma yada hiç uyuyamama hali değil uykudaki bozulma aslında sinir sisteminin iflas ettiğini gösteriyor. Ya şalteri kapatıp sürekli uyuyorsun yada zihnindeki o karmakarışık düşünce bulutu ile baş edemeyip sakinleşemeyip uyuyamıyorsun. Depresyon sadece canım çok sıkkın yıkanmak, yemek yapmak/yemek, kimseyle görüşmek istemiyorum hali de değil bütün yaşam enerjinin tamamen içe çekilmesi, içine çekilen yaşam enerjisinin de kendi içine çökmesi. Pasparlak bir yıldızken içine çöküp de karadeliğe dönüşmek gibi. Artık orada hiç bir şey yok.

Artık orada onaylanma, değerli ve sevilme ihtiyacı da kalmıyor aslında biliyor musunuz? O yüzden hangi şekilde olursa olsun, en zavallıca haliyle bile hala bu ihtiyaçları karşılamaya çalışıyorsak içimizde kendimizi gerçekleştirmeye dair -az bile olsa- enerjimiz var demektir. O noktayı görüp sonra oradan çıkıp o azıcık enerjiyi bulduğumda benim yaptığım şey de koşullanmalarıma sarılmak oldu-olmuş hatta. Çünkü bildiğim, içselleştirdiğim şey bu. Çoğumuz gibi… Hani dedim ya insanları yargılamak kimsenin haddine değil çünkü kişi önce kendi ihtiyaçlarını nasıl karşılamaya çalıştığına bakmalı.

Daha sağlıklı olmak için çaba gösterdim. Diyetisyene gittim, diyet yaptım, kan değerlerim düzeldi, spora gittim, nefes egzersizleri yaptım, meditasyon yaptım vs vs… Herkesin elbette fiziksel sağlığına dikkat etmesi gerekiyor. İyi beslenme ve spor yaşam kalitesini arttıran bir şey. Ruhsal ve fiziksel tüm rahatsızlıklarla baş ederken işe buradan başlamak gerek elbette. Bunlarda sorun yok. Ama sonradan kendimde fark ettiğim şey şuydu: Bir an önce “bundan” kurtulmalıyım düşüncesi. Daha iyi, daha sağlıklı olmalıyım. Tekrar daha zayıf, daha güzel, daha mutlu OLMALIYIM. Bir an önce! Kimse benim hakkımda, baş edemedi diye düşünmemeli. Baş etmeliyim çünkü ben güçlüyüm. Baş edemezsem güçsüz olduğumu düşünecekler…

Şanslıydım ben, inme riskim yoktu, yaşadığım şeyler tedavi edilebilirdi. Ama yankılarından biri de anksiyete atakları oldu. Tabii kıyaslama yaptığımda anksiyete ataklarını depresyona tercih ederim. Çünkü duyguyu hissediyorsunuz. Anksiyete atağı ve / veya panik atak – ikisi ayrı ataklar- geçiriyorsanız, bu sizin ruhsallığınızda hissedebilmeye dair hala enerji olduğunu gösteriyor. Sadece sinyallerde bozukluk var. Beynin en ilkel savunması olan, tehdit karşısında savaş-kaç yada don mekanizmasındaki sinyallerin bozulması ile ilgili ve tedavi edilebilirliği depresyona göre daha kolay. ( Bu arada ben İstanbul Psikoloji mezunuyum. Kitap bilgileri buradan geliyor. Deneyimler de cilası oldu anlayacağınız. Hem eğitimli hem alaylıyım yani… Ve bu da çok havalı bir cümle oldu. Bu noktada çok havalı olduğumu düşünmelisiniz. : ) )

Peki tüm bu deneyimlerimin ve Z kuşağı, koşullanmalar vs. anlattıklarımın kitapla ilgisi nedir diye soracaksınız.

Ruhsal ve / veya fiziksel bir hastalıkla mücadele ederken ya da sadece Türkiye şartlarında hayatta kalma mücadelesi içinde debelenirken bir çıkış yolu arıyor insan. Ve bu çıkış yolu da genelde koşullanmalarımızın peşinden koşmakla mümkün olacakmış gibi geliyor bize.

“Hayır, bu kadar kötü hissetmemeliyim. Ben bunu hak etmiyorum. Daha iyisini hak ediyorum.”- Bu kadar kötü hissetmekten hemen kurtulmalıyım. Daha iyi, daha güzel görünmeliyim ve herkes benim harika olduğumu düşünmeli; çünkü ancak o zaman insanlar bana acımazlar.

“Hayır, ağlamayacağım, güçsüz duruma düşmeyeceğim.” – Güçsüz olduğumun fark edilmemesi gerek, bu duygudan hemen kurtulmalıyım. Kimse hayatla baş edemediğimi görmemeli.

“Hayır, ben sağlam ve dik duracağım.” – Herkes benim ne kadar güçlü olduğumu düşünmeli, koşullar ne olursa olsun mücadeleyi hiç bırakmıyor demeliler.

“Hayır, bu benim başıma gelmemeliydi.” – Kötü şeyler hep başkalarının başına gelmez miydi? O başkası ben olmak zorunda mıydım. Diğerleri bana bakıp diyecekler ki- iyi ki bizim başımıza gelmedi.

“Hayır…”

“Hayır…”

“Hayır…”

Kitapta şöyle bir kısım okudum:

“Her şeyi iyi tarafından görmek” gibi bir şey iyi gibi görünse de, gerçek şu ki hayat bazen berbattır ve yapabileceğiniz en sağlıklı şey de bunu kabul etmektir. Negatif duyguları inkar etmek daha derin ve daha uzun ömürlü negatif duygulara ve duygusal bozukluğa neden olur. Sürekli pozitif olmak hayatın sorunları için geçerli bir çözüm değil, bir inkar biçimidir.” 

Hayat bazen berbattır ve yapabileceğiniz en sağlıklı şey de bunu kabul etmektir… Son yıllarda bana en iyi gelen cümle bu olabilir.

Hayat bazen berbattır. Bazen berbat olan da biz olabiliriz. Hastalanabiliriz, güçsüz olabiliriz, baş edemiyor olabiliriz, hayata tutunamıyor olabiliriz, güzelliğimiz gitmiş olabilir, zaten yakışıklı değilizdir, hiç bir zaman fit olamamış olabiliriz, çok kilo almış olabiliriz ya da çok zayıflamışızdır sağlıksız görünüyoruzdur, ailemizi gururlandıramamış, patronu mutlu edememiş, aşk dolu bir ilişki fırsatını kaçırmış olabiliriz vs vs… Yani; sevilme, onaylanma ve değerli hissetmeye dair önümüze konulan koşulların dışına çıkmış olabiliriz demek istiyorum.  Peki bu, sevilmeye, onaylanmaya ve değerli olmaya layık olmadığımız anlamına mı gelmeli?

Ben şu an bu sorunun cevabını arama aşamasındayım. Depresif duygulanımlar hala geliyor, anksiyete atakları bazen uğruyor. Hayatla mücadele tam gaz devam zaten, o biter mi hiç bilmiyorum. : )

Yazının devamı “bunu yapmayın, bunu yapın” gibi bir yere gitmeyecek. Zaten ne haddime. Kitabı daha bitiremedim. Bugün benim öneri yayınlama günüm, kitabı bitirip bir inceleme yazısı ile öneri olarak sunacaktım. Ancak bitiremedim, incelemeyi de planladığım gibi cuma akşamı oturup yazamadım. Çünkü baş ağrım migrene döndü ve öğlene kadar gözümü açamadım. Bugün yani 26 kasım cumartesi, bu yazı spontane bir şekilde şuan yazılıyor. Bir öneri / inceleme yazısından ziyade sanırım anlatıya dönüştü. Ama bu haliyle yayınlayacağız. Çünkü hayat böyle, planladığın gibi gitmiyor bazen. İstediğin ya da olması gerektiği gibi YA PA MI YOR olabilirsin.

İnsan olmanın gerçekleri gibi çarpıcı bir başlık mı atsak acaba? Şaka bir yana, hayat bazen berbat olabilir.

Onaylanmaya, sevilmeye ve değer görmeye layık olup olmadığımızı ne belirliyor? Buna kim karar veriyor? Biz karar veriyor isek neye göre karar veriyoruz? Şimdilik ben bunları düşünmeye devam edeyim. Belki siz de düşünüyorsunuzdur. : ) Düşünelim. Düşünmek iyidir.

Kitabı bitirince bir inceleme yazısı yazmak istiyorum. ( Manifestledim. )

Ayrıca kafaya takmamak için biraz vitamin almak da işe yarar. Kafaya taktığınızda açıp açıp dinleyin derim.

Kitabı merak edenler için künyesi:

Kitap adı: Ustalık Gerektiren Kafaya Takmama Sanatı
Yazar adı: Mark Manson
Yayınevi: Butik
Sayfa Sayısı: 200 sayfa

Denemeler için tıklayabilirsiniz.

Diğer kitap önerileri için tıklayabilirsiniz. 

Gizem Ozan Aslan

En sevdiği çiçek yasemin olan kadın, gecenin sessizliği içinde yazıyordu. Yarayı ve izi… Zamanı ve yansımayı… Bazı kelimelere fena takıntılı, karakterleri hezeyanlı, deliliği düş ile değiş tokuş ediyordu. Kendini bildi bileli…

YAZAR HAKKINDA

Gizem Ozan Aslan

En sevdiği çiçek yasemin olan kadın, gecenin sessizliği içinde yazıyordu. Yarayı ve izi… Zamanı ve yansımayı… Bazı kelimelere fena takıntılı, karakterleri hezeyanlı, deliliği düş ile değiş tokuş ediyordu. Kendini bildi bileli…

Bir Yorum Yazın

+ 72 = 77

1 Yorum