Edebiyat

U-ri

Eskiden yazı yazmak daha kolaydı. Çekmecemin kulpuna, koltuğun üzerinde bekleyen kötü kokan çoraplara, duvardaki sıva çatlağına bakınca esin geliverirdi. Hatta gözlerimi yumup karanlığı izlerken bile hikayeler kurmaya başlardım. Oysa şimdi yalnız yanımda U-ri olduğu zaman yazabiliyorum. Sanırım artık yaşlanmaya başladım.

U-ri Koreli bir manken. Bana modellik yapıyor. Bir süredir birlikte çalışıyoruz. Her gün saat akşam üstü dört suları stüdyo daireme gelir, önceden hazır beklettiğim sandalyesine oturur, çalışmaya başlarız. U-ri’den önce çalıştığım mankenlere çok müdahale ediyordum. Boynunu daha yukarı kaldır, elinin ayasını çenenin altına daya… Bacak bacak üstüne at, şimdi boynundaki eşarbı çöz, göğsünün üzerine koy… Hayır top şeklinde değil, dağınık olarak… Şimdi saçlarını geriye at…

Ama U-ri’ye hiçbir şey söylemiyorum, hoş söylesem de anlamaz çünkü Türkçe bilmiyor. Ben de Korece bilmiyorum. Am o işinde zaten doğuştan yetenekli. Her gün iki saat kadar çalışırız. İlişkimiz tamamen profesyonel. Birlikte yemek bile yememişizdir. Ona el işaretleri ile birkaç kez teklif ettim ama her seferinde beni geri çevirdi. Anlayışla karşıladım. Arkadaşlık başka, iş başka, aşk bambaşka…

U-ri ilk geldiği gün tırnaklarına simsiyah oje sürmüştü ardından öyle delici bakışlarla bakmıştı ki bana, itiraf edeyim ondan korkmuştum. İşte mezarlık öyküsü o gün ortaya çıktı. Gece vakti evde beslediği kedisi kaçınca peşinden mezarlığa giden küçük bir çocuğun hikayesi. Öyküde Alacahırka Mezarlığı’na giren çocuğa ölüler burada ne aradığını soruyorlar. Çocuk da onlara kedisini kaybettiğini anlatıyor. Ancak ölüler çocuğa inanmıyorlar. Bu mezarlıkta kedinin bulunamayacağını çünkü buranın insan mezarlığı olduğunu, zaten tabelada da öyle yazdığını söylüyorlar. Dahası mezarlıkta bulunan herkesin ölü olduğunu, hele hele gecenin bu saatinde burada olduğuna göre kendisinin de mutlaka ölü olması gerektiğini de gerekçeleri ile izah ediyorlar. Çocuk ağlamaya başlıyor. Hala hayatta olduğunu, henüz ölmediğini ölülere açıklamaya çalışıyor. Ölüler çocuğa gülüyorlar, bal gibi ölü olduğunu söylüyorlar, hayatta ise ispatlamasını istiyorlar. Küçük çocuk ne dese ne anlatsa kendisine bir türlü inanmıyorlar. Ölülerden biri çocuğu teselli etmek için çocuğun sırtına vuruyor, ölü olmanın o kadar da kötü bir şey olmadığını çünkü artık sabah erken kalkıp okula gitmek zorunda olmadığını, ders çalışması ve ıspanak, pırasa, kereviz yemesi gerekmediğini anlatıyor. İşte o zaman çocuk seviniyor, yaşasın diye çığlık atıyor. Eline bir kova geçirip toprak üzerinde kule yapmaya girişiyor, mezar taşlarını kale yapıp aralarında top oynuyor. Ancak çok geçmeden önce kaybettiği kedisi, hemen ardından anne babası ortaya çıkıyor, oyun oynayacak bula bula burayı mı buldun diyerek bir temiz fırça çekiyorlar, çocuğu da kulağından tuttukları gibi önlerine katıp birlikte evin yolunu tutuyorlar.

U-ri’nin bana esin verdiği bir diğer öykü ise daha çok masal tadında. Kahramanlarımız örümcek ve kelebek…  Örümceğimiz haftalardır açtır ve ağına ne düşerse mideye indirmek için hazır beklemektedir. Ve ağına uzun bekleyişten sonra bir kelebek takılır. Örümcek kelebeği kıskıvrak yakalar ancak kelebek o kadar güzeldir ki onu yemeye kıyamaz. Canını bağışlar ancak serbest bırakıp kaçıp gitmesine de izin vermez. Gündüzleri karşısına geçip hayranlıkla onu izler, ne var ki örümcek (haliyle) korkunç olduğu için kelebek onu her gördüğünde ağlamaya başlar. Bu yüzden örümcek yalnız geceleri kelebek uyurken yanına yaklaşır kelebeğin, ona ancak uykudayken dokunur, usul usul kanatlarını okşar. Kelebeğin örümceğin yanında her geçen gün ne kadar mutsuz olduğunu sanırım söylemeye gerek yok. Bir gece örümcek kelebeğin ağlamalarına dayanamayıp ertesi gün kendi kendine kelebeği serbest bırakacağına söz verir. Ancak ertesi gün uyandığında bir de ne görsün? Kelebek ölmüştür.

Ah U-ri! Nereden aklıma getiriyorsun böyle şeyleri, yine hüzünlendim işte! İşin kötüsü kurcaladıkça devamı geliyor meretin, sözgelimi bu masal şu şekilde geliştirilebilir de:  Kelebeğin aşık olduğu bir ateş böceği vardır. Ona kavuşmanın hayalini kurar hep. Ateş böceğini öyle sever ki onun talebi üzerine kanatlarını (ve güzelliğini) koparıp kendisine vermiştir. Örümcek kelebeğin sevgisini kazanmak için ona kendince kur yapar, karşısında dans eder, ona yiyecekler sunar, olmayan kanatlarının yerine takması için ağlardan kendince kanat yapar. Ancak tüm çabaları karşılıksız kalır. Kelebek örümcekten korkar, onu tutsak ettiği için ondan nefret eder. Bizim örümcek (neden ‘bizim’ yazdım bilmiyorum sanırım tarafsızlığım sekiz ayaklıyı tutmaya başladım, ama olsun, silmeyeceğim yazdığımı) kelebeğin ateş böceğine olan sevgisini kıskanır ve kelebek ölünce ateş böceğinin yaşadığı evi bulur, karşısına çıkar. İlk önce öfke doludur örümcek, onun ateş böceğine zarar vereceğini sanırız. Oysa karamanımız acı çekmektedir. Kelebeğe sevgi vermek istediğini oysa sadece onu korkutmayı başardığını söyler. Ateş böceğinin kelebeğin kalbini nasıl kazandığını merak etmektedir, onun ne fedakârlıklar yaptığını öğrenmek ister.  Ancak sohbetleri sona ererken aslında örümcek ateş böceğinin kelebeği hiç de sevmediğini fark eder. Ateş böceği kelebeği güçlükle hatırlar, işin en korkuncu onun güzelim kanatlarını kapısının önüne paspas yapmıştır. Bunu gören örümcek tam evden ayrılmak üzere iken geri döner ve az kalsın karnımın ne kadar aç olduğunu unutuyordum der, ve minicik gözlerini ateş böceğine dikerek konuşmasını sürdürür:  Şu anda karşımda gördüğüm her şeyi yiyebilirim. Haydi, benimle masaya otur. Bana eşlik et. Birlikte masaya oturup sohbetlerine devam ederler. Ancak ateş böceği tedirgin görünmektedir. Zira kendisinin son akşam yemeğidir.

Bunların dışında U-ri bana etrafına hep şanssızlık getiren bir uğur böceğinin, babasının krallığını devam ettirmeye ve et yemeye karşı çıkan bir yavru aslanın ve sahip olduğu fabrikadaki işini bırakıp sokak çalgıcısı olmaya karar veren bir sermayedarın hikâyesini de yazdırmıştır. Ancak hepsinin içinde en sıra dışı olanı sanırım odağında Salih’in hikâyesi olan bir sinopsisti.

Bu metinde Salih’in ve Cemal’in hikayelerini paralel izleriz. Salih karısını seven bir erkektir. Kendi varlıklı olmamakla birlikte maddi durumu karısından ötürü iyi sayılır. Çalıştığı iş yerinde müdür pozisyonundadır. Eve gelince akşam kızı ile oyun oynar, bulaşıkları yıkar, eşinin masayı temizlemesine yardım eder. Kızına ödev yaptırır, gece yatarken kitap okur.

Cemal ise daha alt gelirli bir mahallede yaşayan başka bir aile babasıdır. Onun karısının adı da Aylin’dir. Aylin dokuma atölyesinde çalışır. Cemal sık sık işsiz kalır, hayırsız bir adamdır,  karısına karşı soğuk ve ilgisizdir. Aylin Cemal’e göre daha donanımlı, daha dışa açık bir kadındır. Cemal eline geçen parayı gece kulüplerinde başka kadınlarla harcar. Karısına fiziksel ve psikolojik şiddet uygular.

Neriman Salih’in iş yerinde çalışan genç ve alımlı bir kadındır. Salih ve Neriman iş arkadaşıdırlar ancak çeşitli vesilelerle birbirlerine yakınlaşırlar. Birbirlerinden etkilenirler. İkisi arasında ilişki başlar. Salih bu olayı karısından gizlemek yerine ona açıkça söyler. İşyerinde çalışan bir kadına aşık olduğunu ancak bu aşkın karısını hala sevmesine ve ona ve kızına karşı sorumluluklarını yerine getirmesine engel olmayacağını açıklamaya çalışır. Karısı (Aysel olsun adı) kocasının itirafına çok sinirlenir, olayı bütün akrabalara anlatırlar. Salih’e kendi kardeşleri, annesi ve babası da tavır alırlar. Eski arkadaşları ve hiçbir akrabası onunla konuşmaz. Salih karısına ait olan evden ayrılır ve kiralık bir (1+1) ev tutar. Her şeyini kaybedince Neriman’da artık ona yüz vermez. Salih birkaç ay içinde işinden de atılır, pejmürde bir adam olur çıkar.

Aylin’in (Cemal’in karısı) çalıştığı atölyede Suat adında bir erkek kadının peşinden koşmaktadır. Cemal’in bu henüz başlamamış ilişkiden haberi olur. Çevresindekiler tarafından kendine laf söyletmemek için fabrikaya gelir, adamı bulur ve kavga ederler.  Suat’ı kavga esnasında kaza ile öldürür. Eve gelince karısını da adamakıllı döver. Kadına bundan sonra işe gitmesini yasaklar. Suat başka bir kadınla evlidir, karısına ve iki kızına bakıyordur. Karısı ve kızları Suat öldüğü için zor durumda kalırlar.

Cemal hapishaneye girer. Ancak çevresi (karısının akrabaları ve arkadaşları da dahil) onunla görüşmeye, ona destek olmaya devam eder. Salih de küçük evinde gönüllü bir hapis hayatı yaşıyor gibidir. Cemal’in ve Salih’in sonraki hayatlarında birbirine benzeyen ve benzemeyen yönleri ne vurgu yapılır. Filmin devamında Salih’in karısı ile Cemal’in karısı bir vesile ile tanışırlar. Kadınların hikayelerinde benzer ve tezat olan yönler nelerdir? Hangi kadın kocasından daha çok sevgi görmüştür? Evlilik iki kişiyi mi bağlar yoksa toplumsal bir kurum mudur?  Film izleyiciye evlilik, sevgi, tutku, kıskançlık nedir sorularını sordurur.

Bir de son günlerde çalıştığımız ancak henüz tamamlanmayan Deli Ağaç öyküsü vardır ki şöyle başlar:

DELİ AĞAÇ

Mayıs ayı geldi mi komşu bahçeler hareketlenirdi. Erik ile nar arasına çocuklar kale yapıp top oynar, ayva ağacının dallarına hamak kurarlardı. Limonlar apak, şeftaliler pespembe çiçeğe dururdu.  Bense kerpiç evin avlusunda tek başına yaşıyordum. Ne çiçek açıyor ne de meyve veriyordum. Sanırım bu yüzden deli ağaç diyorlardı bana.

Deliliğe itirazım yoktu ya; ağaç olup olmadığımdan kendim de şüphe ediyordum. Evet diğerleri gibi gökyüzüne uzanan dallarım, toprağın altında köklerim vardı. Yağmurun yağmasını, sabaha karşı güneşin doğmasını özlemle bekliyordum. Ancak onlar toprağa bağlı olmaktan hoşnutluk duyuyorlardı. Dinginlikle keyfini çıkartarak yaşıyorlardı. Hayata alışmışlardı. Üzülmüyorlar, öfkelenmiyorlar, hiçbir şeyden coşku, heyecan ya da korku duymuyorlardı. Kendilerine sunulan yaşamı kabul etmişlerdi.  Oysa ben bitmek bilmez bir huzursuzluk seli içindeydim.

(…)

Bir dakika! Siz de duydunuz mu? Evet, az önce kapı çaldı. U-ri gelmiş olmalı. İzninizle bu gevezeliğe burada son veriyorum. Artık masaya oturup yazı yazmam gerek.

Irmak Erkan

Bir gece yatağından kalktı. En sevdiği pantolonunu, gömleğini giydi, cüzdanını yanına aldı, çantasını sırtladı; karısını ve çocuklarını öpüp odadan çıktı. Çalışma odası soğuk, karanlıktı. Ahşap masanın üzerindeki gece lambasını yaktı, sobayı tutuşturdu. Sandalyesine oturdu, yazmaya başladı.

YAZAR HAKKINDA

Irmak Erkan

Bir gece yatağından kalktı. En sevdiği pantolonunu, gömleğini giydi, cüzdanını yanına aldı, çantasını sırtladı; karısını ve çocuklarını öpüp odadan çıktı.
Çalışma odası soğuk, karanlıktı. Ahşap masanın üzerindeki gece lambasını yaktı, sobayı tutuşturdu. Sandalyesine oturdu, yazmaya başladı.

Bir Yorum Yazın

1 + 9 =

1 Yorum

  • Hikayenin içinde geçen tüm hikayeleri okumak dileğiyle ellerine sağlık arkadaşım.