Edebiyat

Bir Genç Kadının Güncesinden

Salı

Bazı yazarların tuhaf alışkanlıkları olduğu bilinir. Kimileri masası, kimileri de sandalyesi değişti mi, yazamaz. Schiller’in çekmecesinde elma bulundurduğunu ve kokusunun Alman yazara ilham verdiğini anlatırlar. Alexandre Dumas kurmaca metinleri mavi, şiirlerini sarı kağıtlara yazarmış. Dostoyevski’nin çay tiryakisi olduğu, Balzac’ın fincan fincan kahve içtiği söylenir.

Bense tırnak törpüm şöyle kalemliğin yanında, önümde olmadıkça yazmaya başlayamıyorum. Tıkandıkça ayağa kalkar, tırnaklarımı törpülerken metnimi düşünürüm. Masama tekrar oturduğumda bu kez gözlerim karşıda, kitaplarımın olduğu raflarda rujumu arar.  Elbette, yazıya başlamadan önce makyaj yapıyor değilim. Ama kırmızı ruj ile göz göze gelmek bana yazacaklarım konusunda cesaret ve enerji veriyor.

Yazı yazan başka arkadaşlarıma bakıyorum da,  ilham perimi böyle kolay kandırabildiğim için kendimi hayli şanslı sayıyorum. Bana yazacak bir şey bulmakta zorlandıklarını söylüyor; kimden, nasıl  esinlendiğimi soruyorlar. Bundan kolay ne var, diyorum onlara. Beraber Sevilay Kozmetik’e gidiyoruz. Allıklar, manikür pedikür setleri, renk renk ojeler ile dolu reyonları geziyoruz. Onlar takma kirpiklerle, peruklarla ilgilenirken ben, “bakın burada ne var”, diyerek herkesi yanıma topluyorum. Erkek reyonunda tıraş losyonlarını gösteriyorum. Gülüşüyoruz. Herkes sıra ile kokluyor. Hepimizin çenesi açılıyor. Yarım kalan aşklar, ayrılıklar, hüzünler, buruk tebessümler ortaya saçılıyor.

Perşembe

Bu akşam sofraya gelmedim diye babam yine söylendi. “Madem evlendiniz, birbirinizi seçtiniz, ikiniz birlikte yiyin. Karı koca kavgasına daha fazla sebep olmak istemiyorum.” İşten ayrılmam bir hafta evde gündem oldu zaten. “Müdürün laf söylediğinde neden cevap vermiyorsun”, diyor annem.  Neden hazır cevap değilim onun için didişmeye başlıyoruz. Acaba bana hiç konuşma fırsatı vermediğin için olabilir mi anne?

Tartışmak istemediğim için odama kapanıyorum. Neyse ki babam var. “Kızı kendi haline bırak”, diyor anneme. Önüme bir defter açıp masama kuruluyorum. Sanırım babam benim rapor hazırladığımı ya da “faydalı” bir takım işlerle meşgul olduğumu sanıyor. Oysa ben defterime anlamsız şeyler çiziktirip, erkekleri düşünüyorum.

Cuma

Yeni yazı yazmaya başlayan birine sürekli iş verin. Ondan su faturalarını yatırmasını, sökükleri terziye vermesini, ütü yapmasını, yeğenlerini okuldan almasını isteyin. Yazması engellenince mutsuz olacak, size öfke duyacaktır.

Siz sevinebilirsiniz. O artık Sait Faik kadar şanslı değildir. Delirmeye fırsatı yoktur.

…..

Sabah sekizde başlayıp akşam ona kadar masa başından kalkmadan yazacak gücü kendimde görüyorum. Sadece kadınların değil erkeklerin de hikâyelerini anlatabilirim. Erkek yazarlar kurup onların zihninden hikâyeler üretebilirim. Onların ruhunu da en az kadınlarınki kadar iyi anlayabildiğimi düşünüyorum. Bir erkek cüzdanından hatta çorabından yola çıkıp öykü yazabilirim.

Sahi Pessoa kaç yazar yaratmıştı? Yetmiş mi?

Pazar

Dün akşam Semih aradı. Kahve içmeye çağırdı. Mudanya’da olduğumu söyledim. Üşenmedi kalktı geldi. Semih çok iyi biri. Bana da değer veriyor. Ne yazık ki hiçbir çekiciliği yok. Bana çiçek getirmiş. Sağ olsun. “Eski çalıştığın fabrikada güvenlik görevlisi sana aşıktı, haberin var mı,” diye söze başladı. “O da nerden çıktı,” dedim. “Cansu Hanım ile görüşmeye geldiğimi söyleyince adamın yüzü aydınlandı resmen,” diye devam etti. “Yok, dedim. Farkında değilim.” Oysa bal gibi farkındayım. Herif her sabah günaydın Cansu Hanım diyor, şebek gibi de sırıtıyordu.

İşten neden ayrıldığımdan, evdeki hayatımdan bahsettik. Kendi daireme taşınmak için daha yüksek getirisi olan bir işe ihtiyacım olduğunu söyledim Semih’e. “Enerji fazlam var resmen bugünlerde”, dedim. “Kendimi adam akıllı yormak için spora başlamayı düşünüyorum.”

“Yerinde olsam spor salonuna gitmek yerine bir erkek arkadaş edinir, yatak odasına kapanıp saatlerce sevişirdim”, dedi Semih.  Güldüm. “Bu konuda senden daha seçiciyim,” dedim. “Bir erkekle birlikte olmak için üç koşul ararım: Onu arzulamalıyım, ona güvenmeliyim ve merakımı celp etmeli.” “Bunlar sağlanmadan birlikte olduğun hiçbir erkek olmadı mı?” diye sordu bu kez. Olduğunu ancak iyi bir deneyim yaşamadığımı söyledim.  Benden anlatmamı istedi.

“Peki Semih,” dedim. “Madem sordun, anlatayım; utanacak değilim. Birbirimizden hoşlanıyorduk aslında. Fakat o gün, yani birlikte olmaya başladığımız ilk gün hazır hissetmedim. Sanırım beni yeterince heyecanlandırmamıştı. Bunu nasıl detaylı anlatabilirim bilmiyorum. İçime girmeye çalışınca yapamayacağımı anladım. Ondan devam etmemesini istedim. Yeterince ıslanmamıştım.“

Zavallı Semih masasından doğrulmuş, ağzımın içine düşecekti neredeyse. “Aklından neler geçiyor senin,” diye sordum. “İyi misin? Çok düşünceli görünüyorsun”, dedim. Kem küm etti. Kahvelerin parasını ben ödedim. Daha çok şaşırdı. Arabaya kadar birlikte yürüdük. Mütareke mahallesi cıvıl cıvıldı. Yalıların denize kavuştuğu sokaklardan burnumuza yosun kokusu geliyordu. Semih’e pembe bulutları gösterdim. Beni kıyıya çağırdı. Denize daha yakından bakmak için.

Kıyıda, dalgalar denize vuruyor, tatlı bir meltem yüzümüzü yalıyordu. Semih bana sokularak, ‘Cansu, senden bir şey istiyorum,” dedi. “Tabi,” dedim. “Ne istersen.” Yüzünde o yemek boyunca takındığı düşünceli ifade kaybolmuştu. “Seni öpmeme izin ver,” dedi.

“Hayır,” Semih, dedim. “Lütfen bunu bir daha teklif etme. İyi bir arkadaşlığımız var. Heba etmek istemem.”

Durgunlaştı biraz. Ben de moral olsun diye yanağına kocaman bir öpücük kondurdum. Bir dahaki buluşmamızda “bana çiçek almayı bırakma,” diyeceğim. Onunla sohbet etmek hoşuma gidiyor. Belki bir gün bu hikâyeyi uzatıp bir öyküye dönüştürürüm. Hatta öykü pekâlâ şu cümle ile de bitebilir:

“Heyhat, sevilmek güzel şey!”

Irmak Erkan

Bir gece yatağından kalktı. En sevdiği pantolonunu, gömleğini giydi, cüzdanını yanına aldı, çantasını sırtladı; karısını ve çocuklarını öpüp odadan çıktı. Çalışma odası soğuk, karanlıktı. Ahşap masanın üzerindeki gece lambasını yaktı, sobayı tutuşturdu. Sandalyesine oturdu, yazmaya başladı.

YAZAR HAKKINDA

Irmak Erkan

Bir gece yatağından kalktı. En sevdiği pantolonunu, gömleğini giydi, cüzdanını yanına aldı, çantasını sırtladı; karısını ve çocuklarını öpüp odadan çıktı.
Çalışma odası soğuk, karanlıktı. Ahşap masanın üzerindeki gece lambasını yaktı, sobayı tutuşturdu. Sandalyesine oturdu, yazmaya başladı.

Bir Yorum Yazın

26 + = 28