Denemeler

 Yeni Duraklar

Costa de Caparica sahilinden ayrıldık. Duraktayız. Hep birlikte Lizbon otobüsünü bekliyoruz. Hava kararmaya, serinlemeye başladı. Dillerini bilmediğim insanlar birbirleriyle küçük, kısa sohbetler ediyorlar. Onlarla konuşmaya çalışıyorum. Bana işaretlerle çizelgeyi gösteriyorlar. Birbirimizi anlıyoruz. Kaygımız ortak. Otobüsümüz geç kaldı. Beklemekten yorulduk.

Otobüs yolcusu olmak tam da böyle bir şeydir işte. Dünyanın neresine giderseniz gidin, dillerini bilmediğiniz insanlarla ortak zeminde, endişe ve mutlulukta buluşmaktır. Otobüs gecikir. Bindiğinizde içerisi tıklım tıklımdır, oturacak yer bulamaz, patates çuvalı gibi sağa sola çarpa çarpa yolculuk edersiniz. En kötüsü de nedir bilir misiniz? Gün gelir, bir saat boyunca sabırla beklediğiniz otobüs önünüzde yavaşlamaya bile tenezzül etmeden geçip gidiverir!

Hepsi ne sinir bozucu öyle değil mi?….. DEĞİL elbet! Tecrübeli bir otobüs yolcusu gözünü karartmıştır bir kere. Açlıktan midesi kazınacak; susuzluktan dili damağına yapışacak; yorgunluktan düşeyazacak; yine de pes etmeyecek; yolundan dönmeyecektir. O, maceraperest bir gezgin, azimli bir dağcıdır. Karar vermiştir bir kez. Yolundan onu kimse alıkoyamaz. Melville’in Kaptan Ahap’ı; Cervantes’in Don Kişot’udur o!

***

Belediye otobüsü demek, sabır demektir. Hayal etmek, düş kurmaktır. Genci yaşlısı, kadını erkeği bir araya gelip hep birlikte umutla caddeyi izlemektir.

Daha durakta başlar hikayemiz. İşte Praça de Libadade kavşağında arka arkaya sıra oluşturuyoruz. Hepimizin gözü yolda. Uzaklarda, çok uzaklarda otobüsümüzün ışıkları görünecek. Yol arkadaşlarımın yorgun yüzleri canlanacak. Gözleri ışıldayacak. Yere bıraktıkları sırt çantalarını yeniden omuzlarına alacaklar. Bankta oturanlar kalkıp sıraya karışacak. Yaşlı teyzeye kibarca jest yapılacak, ön sıralardan kendisine yer gösterilecek Hepimiz şen, hepimiz mutlu olacağız.

Ah, ne ham bir hayal! Herkesin aynı caddede aynı panjurlu evdelerde oturması mümkün olsaydı keşke! Oysa, kimi banliyöye, kimi şehir merkezine gidecek; haliyle durağa yanaşan otobüse kimi binecek kimi de kaygılı bekleyişini sürdürecektir. Bu nedenle durakta bekleyen yolcular arasında daima tatlı bir rekabet ve dayanışma aynı anda hasıl olur.

Ne mutlu binenlere! Ne acı geride kalanlara! Şüphesiz otobüse binenler bir saate kalmadan evlerine girmiş, huzurla koltuklarına oturmuş, kahvelerini yudumlamaya başlamış olacaklardır. Ya geride kalanlar? Onların yüzleri düşecek, kaygılı bekleyişleri sürecektir.

Hep merak etmişimdir. Acaba dünyanın herhangi bir köşesinde geride kalan yolculardan isyanını eyleme dahası şiddete dökerek dile getiren olmuş mudur?

Pek çoğumuzun çok derinlerde hissettiği o kıskançlık duygusunu büyütenlerden, öfkesine yenik düşenlerden bahsediyorum. Otobüse binmek için adım atanlara müdahale edenler, kadınların saçlarına asılıp çekenler olmuş mudur?

“Madem ben binip evime gidemiyorum, siz de bekleyeceksiniz!”

Ya da tam aksine, otobüsü gelen yolculardan biri “Burada bunca insan soğukta beklemeye devam ederken ben onları nasıl geride bırakırım?” diyerek binmeyi reddetmiş, “Onlar binmiyorsa ben de bekleyeceğim. Açlıksa açlık. Yağmursa yağmur.. Sıcaksa sıcak.. Taa ki hepimizi eve götüren tek bir otobüs gelene kadar!” demiş midir?

Dünyanın pek çok ülkesini gezmeyi, her birinde belediye otobüsüne binmeyi, ardından oturup “BELEDİYE OTOBÜSLERİNDE İNSAN DAVRANIŞLARI” adlı bir kitap yazmayı ne çok isterdim!

***

Portekizliler “adoro” diyorlar. Çok sevmek, bayılmak anlamında kullanılıyor. Örnek cümle: “Eu adoro autocarros públicos.” Türkçesi, “bayılırım belediye otobüslerine!”

Üniversite yıllarım aklıma geliyor. Koca 48! Kırmızı, körüklü İkarus. Numarası gibi kendisi de tam 48 dakikada Altıparmak’tan Görükle’ye giderdi. Otobüs ekseri öğrencilerle, tek tük de tıp fakültesine gitmeye çalışan hastalarla dolar, taşardı. Pek üstünde durulmaz ama, otobüsler sosyalleşmek için harika mekanlardır. Üniversite yıllarında bazen birlikte yolculuk ettiğimiz otobüs sever bir arkadaşım bana bir gün şunları söylemişti. “Yer bulup oturmak keyiflidir. Ayakta kalmak da kötü değil çünkü istediğim gibi gezebiliyorum. Ama boş yer bulamadığım için değil, güzel bir kıza yer verdiğim için ayakta kalıyorsam, bu en iyisidir.”

Arkadaşım kurnaz adamdı, vesselam. Genç kadına kendi koltuğunu verdikten sonra başından ayrılmaz, “ tıp fakültesinde öğrencisiniz, sanırım?” gibi sorularla onun ruhunu okşardı. Kızcağız bu iltifat karşısında bocalar, “yok benim okul öncesi eğitim” diyecek olur ama arkadaşım hemen “Aaa, benim de küçük yeğenlerim var” diyerek utangaç kızın moralini yükseltirdi. Şayet kız da arkadaşıma dönüp  “ya siz hangi bölümde okuyorsunuz?” diye sorarsa kritik eşik aşılmış demekti. Bundan sonra sohbet uçsuz bucaksız okyanusa açılırdı. Şayet arkadaşım teknik ve tarih bilgisini göstermek isterse,

“Hanımefendi şu an üzerinde seyahat etmekte olduğumuz bir Ikarus- 280.25’dir. Şirket, 1895 tarihinde Budapeşte’de tamir işleri de yapan küçük bir atölye olarak kurulmuştur.” diye söze devam eder. Artık madem Macaristan’dan açılmıştır, dallanır budaklanır: ‘ 2. Dünya Savaşı. Rus işgali. Fabrika işçileri. Göç. Yoksulluk. Yalnızlık. Sanat. Edebiyat…

Sahi, otobüsler kitap okumak için de ideal mekanlardır. İdeali elbette koltukta oturup okumaktır ancak okumayı kafasına koymuş biri ayakta yolculuk ederken de pekala bir eliyle tutunup diğeri ile kitabını tutarak okuyabilir. Sayfa çevirecekken düşmemek için otobüsün fren yapmadığı anları kollaması gerekir çünkü hepimizin bildiği gibi kitabın sayfasını kitabı tuttuğumuz elimizle çeviremeyiz.

Koltukta ve ayakta kitap okuyanların dışında üçüncü bir okur türü daha vardır ki ben onlara “tutkulu okurlar” diyorum, kapının hemen önündeki basamakta oturup okuyanlardır. Bu grup otobüs tıka basa dolu olduğunda, ayakta bile okumanın mümkün olmadığı anlarda yine de kitap okuyanlardır. Merdivene çökerek kendilerini kalabalıktan soyutlarlar. Kapı açıldığında sıkışmayı göze alacak kadar okumaya düşkündürler.

***

Ne yazık ki sadece biz değil dünya halklarının pek çoğu belediye otobüslerine gerektiği kadar önem vermiyor. Belki bu konuda Londra’nın simgesi haline dönüşmüş iki katlı otobüsleri ile İngiltere’yi ve gezi fotoğraflarında pek sık rastladığımız üstü açık otobüsleri ile Hindistan’ı hariç tutabiliriz. Ne dünya şairleri ne de romancılar otobüs temasını adamakıllı işlemişlerdir. Onlar için varsa yoksa orman, kır, yeşillik, deniz, göl, tekne, kaptan hikayeleri…. Kaptanları konu edinen romanların, filmlerin sayısına bir bakın! Acaba onların onda biri hatta yirmide biri kadar otobüs şoförlerini konu edinen eser yazılmış mıdır? Deniz, metafordur da; yol değil midir? Balıklar, hayvandır da yol kenarındaki kediler, köpekler değil midir? Kaptan dalgalara karşı savaş verir de, şoförün trafikte verdiği amansız mücadele nedir? Teknenin yelkenlerinin püfür püfür rüzgârla dolduğundan bahseden şairlerimiz neden şoför penceresinden içeri giren, şoför beyin gömleğini şişiren yeli görmezden gelirler?

Elbette sadece sanatçıların meseleye eğilmesi yetmez. Şayet yeni bir akım, bir moda başlayacaksa yine burjuvazi öncülük etmelidir. Birlikte hayal edelim: Teknelerde şampanya eşliğinde yenen akşam yemekleri, otobüslere taşınmış, yaşlılara ayrılan ön sıralardan sonraki koltuklar “business class” için boş bırakılmıştır. Trenlerdeki yataklı vagonlara benzer “yataklı otobüsler” üretilmiş, varsıllarımız bu şekilde halkla kucaklaşmıştır. Heyecan verici değil mi?

Bir de gençleri düşünün. Ailelerinden habersiz eğlenmeye bilinmedik karanlık köşelere gitmek yerine, “disko otobüsleri” tercih ettiklerini…  Ailelerinin de böylece nereye gittiklerini bildiğini…  İşte size toplumsal uzlaşı!

***

Denizi göremiyoruz. Bir karaltıdan ibaret. Tasca’lar çoktan kapattı.

Ben bu satırları defterime yazarken otobüsümüz hala gelmemişti. Umudumuzu kaybediyor muyuz? ASLA. Çünkü tecrübeliyiz. En kötüsünü de yaşamışlığımız var. Geri dönemeyiz. Kararlıyız. Azimliyiz. Otobüsümüzü tanıyoruz. Kendimizi biliyoruz.

Bugün bu duraktayız. Yarın başka bir durakta olacağız. Dünyanın neresine giderseniz gidin, bizi göreceksiniz. Afrika’dayız. Hindistan’dayız. Çin Maçin’deyiz. Çünkü biz, otobüs yolcularıyız.

                                                                                                                                            Lizbon,   16,10,2025

Irmak Erkan’ın tüm yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.

Irmak Erkan

Bir gece yatağından kalktı. En sevdiği pantolonunu, gömleğini giydi, cüzdanını yanına aldı, çantasını sırtladı; karısını ve çocuklarını öpüp odadan çıktı. Çalışma odası soğuk, karanlıktı. Ahşap masanın üzerindeki gece lambasını yaktı, sobayı tutuşturdu. Sandalyesine oturdu, yazmaya başladı.

YAZAR HAKKINDA

Irmak Erkan

Bir gece yatağından kalktı. En sevdiği pantolonunu, gömleğini giydi, cüzdanını yanına aldı, çantasını sırtladı; karısını ve çocuklarını öpüp odadan çıktı.
Çalışma odası soğuk, karanlıktı. Ahşap masanın üzerindeki gece lambasını yaktı, sobayı tutuşturdu. Sandalyesine oturdu, yazmaya başladı.

Bir Yorum Yazın

+ 25 = 28
Powered by MathCaptcha