“Çıplakken bir matbaa işçisini bir öğrenciden, bir efendiyi bir uşaktan, bir zorbayı bir aşıktan nasıl ayırabildiniz?”
Aysel soruyor. Hem kendine, hem bize. Çünkü onun otel odasındaki yalnızlığı, sadece bir kadının geçmişine değil, aynı zamanda Cumhuriyet idealleriyle yoğrulmuş ama kendi yolunu arayan bir bireyin içsel çatışmalarına da açılan bir kapıdır.
Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak’ı, yüzeyde bir otel odasında ölümü düşünen bir kadının hikâyesi gibi görünür; oysa aslında bir ülkenin dönüşüm sancılarının, sınıfsal yarıklarının ve kadın olmanın ağırlığının anlatısıdır bu. Aysel, yalnızca bir karakter değil; taşıdığı cümlelerle, inkılap tarihinin satır aralarına sıkışmış bir çığlıktır.

Adalet Ağaoğlu
Nilüfer Göle’nin de ifade ettiği gibi, Aysel “özgürlük ve dişilik” arasında kalmış bir kadındır. Ne yalnızca modern ne tamamen geleneksel… Ne bütünüyle mağdur ne de büsbütün fail… O, kendi varoluşunu kuralsızlıkla sınayan, aidiyetlerini ve kimliğini ararken hem topluma hem kendine yabancılaşan bir figürdür. Bu yönüyle, Edward Said’in “yersiz yurtsuz” bireyini çağrıştırır: Ne tam burada, ne orada.
“İnsan krapon kâğıdından kanatlar takınca kelebek olduğuna inanır.”
Peki ya Aysel? O sadece kanatlarını değil, bütün benliğini yitirmiş gibidir. Kendisine biçilen kimlikleri sırtından atmak isterken, toplumun ‘kadın’ etiketine takılıp kalır.
Ağaoğlu’nun dili yer yer belgesel dokunuşlar taşır; dönem anlatımıyla bireysel çözülüşü iç içe geçirir. Dündar Öğretmen gibi figürler aracılığıyla dönemin ideolojik altyapısına, eğitim anlayışına ve kadın üzerindeki “ahlakî” baskılara ışık tutar. Fakat Aysel’in hikâyesi sadece geçmişin değil, bugünün de aynasıdır.
“Ölmeye yatmak”, belki de bazen yaşamak kadar cesur bir eylemdir. Çünkü Aysel’in yalnızlığı, hepimizin içinden sessizce geçen o cümleyi fısıldar:
“Bana ait olan ne kaldı?”