Edebiyat

Karıncalar

O gün, Ünlü Cadde’de Sami’yi hararetle konuşurken, tartışırken görenler, sözlerine pek anlam vermeden yanından uzaklaştılar. Doğrusu pek çoğu zavallı adamı hiç dinlemediler bile, zira bizim kültürümüzde kendi kendine konuşana iyi gözle bakılmaz. Oysa Sami birileriyle konuşuyor gibiydi, en azından kendisi buna inanıyordu. Zira hep yere, sabit bir noktaya bakıyor, ara ara öfkelendiğinde de ayaklarını rap rap rap diye yere vuruyordu.

Parkta, kumun üzerinde cilli oynamakta olan çocuklardan biri, sonunda dayanamayıp Sami’ye laf attı:

“Ağabey, kiminle konuşuyorsun sen?”

Beriki:

“Karıncalarla konuşuyor oğlum, kör müsün, oyuna devam et, senin sıran.”

Sahi, ne kadar çok karınca vardı… Yeter ki fark etmek istesin insan, her yerdeydiler. Bir arada yaşıyor, birbirleriyle iletişim kuruyorlardı. Şimdi de Sami’yi dinlemek için gelmişlerdi. Dilleri, dünyaları çok başka değil miydi? Yine de Sami onlarla konuşuyordu işte. Hayata dair bildiği, bilmediği, öğrenmek istediği, kafasını kurcalayan ne varsa onlarla paylaşıyordu. Peki Sami’yi çok mu seviyorlardı? Hayır, aksine şu karıncalar hiç mi hazzetmiyorlardı Sami’den. Şu kapkara, çirkin yaratıklar, çok önceden karar almışlardı. Sami’yi öldüreceklerdi. Fakat Sami de aptal değildi. Planlarını deşifre etmişti işte. Şimdi haklı olarak öfkeleniyor, çatıyordu:

“Beni yok edeceksiniz; isteyerek, ya da istemeyerek. Fakat ben düşmanınız değilim. Aksine dostunuz olmak isterim. Biliyorum sizin de beni sevdiğinizi. Sırf bana bu sevginizden ötürü, kendi doğru bildiğiniz yola beni de çağırıyorsunuz. Oysa sizin yolunuz başka, benimki başkadır. Siz, hepiniz bir arada olmayı seçtiniz. Bense tek kalmayı seçtim. Sizden bir farkım yok, yine de size benzeyemem. Aynı yoldan yürüyemem. Dağılın şimdi, dağılın… Hadi yuvanıza!”

Sami karıncaların uzaklaşmadığını görünce sinirlendi, öfkelenip tepinmeye başladı. Onu gören kimileri yolarını değiştirdi kimi ise düpedüz kaçtı. Oysa Sami, sokaktan geçen kimseyi incitmek istemezdi. Aksine sohbeti çok severdi. Batpazarı’nda demirciler, Kayhan’da lokantalar hep uğrak yeriydi. En çok da lokantaların kapısındaki çığırtkanları severdi. Hele bir de onu adam yerine koyup içeri çağırmazlar mı, öyle mutlu olurdu ki!

“Hoş geldiniz. Buyurmaz mısınız? Bir porsiyon, bir buçuk porsiyon?”

Ah, insanoğlu böyle değil midir? Bir kez kendine kibar davranıldığında hemen koltukları kabarmaz mı? Sami de öyle keyiflenir hem de kibirlenir ki ilk çağ filozoflarına öykünüp sorguya başlar:

“Hoş buldum, delikanlı. İçeri girmeden önce izninle ben sana bir soru sorayım.”

“Ne isterseniz.”

“Şu sattığın pideli köftenin lezzeti pidesinden mi gelir, köftesinden mi?”

Çığırtkan, Sami’yi tanımıyorsa şayet, dili döndüğünce yanıt vermeye çalışır. Çalıştığı kasabın özel olduğundan, tereyağının kalitesinden bahseder. Fakat Sami garsonu kulağından yakalamış bir kere, bırakır mı?

“Burada en güzel pideli köfteyi kim yapar?”

“Pek tabi, biz.”

“Ekmek fakirin yiyeceği, köfte zenginin; ya pideli köfte?”

Bu kez yanıt yok. Sami yine de sorar:

“Ustanın hüneri, bir paket kıymadan kaç çeşit köfte çıkardığı ile mi ölçülür, köfteyi kaç çeşit kıymadan yaptığıyla mı?”

Çığırtkan artık Sami ile ilgilenmez. Biraz daha sorarsa onu tersleyecekmiş gibi garip garip bakar hatta. Oysa Sami, başka sorular da hazırlamıştır. Ne yazık ki çığırtkan, sahici müşterilere dönmüştür artık, “hoş geldiniz, buyursunlarrr”, davetleri başlamıştır. Sami hüzünlenir elbet, çığırtkanı küstürdüğünden. Ona kızmak yerine kendine kızar. Neden böyledir Sami? Ona sorguya çekmiş, sonunda adamı yıldırmıştır işte. Tam da aralarında arkadaşlık kurulmak üzereyken. İşte şimdi de yemek yiyenler, çığırtkanı uyarmaya, Sami hakkında kaş oynatıp göz kırparak dedikodu etmeye başlamışlardır: “Aman uzak dur ondan, kendi haline bırak.”

Öyle olsundu. Madem uzaklaşmak istiyorlardı Sami’den, Allahaısmarladıktı hepsine! Onlar Sami’yi yalnız bırakıyorlardı sırf sıkılsın, sıkıntıdan patlasın, sonunda yine kendi kendine konuşmaya başlasın diye.

Fakat yanılıyorlardı. Bu sefer kazmayı taşa vurmuşlardı. Onlar Sami’yi değil, Sami, onları yalnız bırakacaktı. Haliyle öfleyecek, pöfleyecek sıkıntıdan patlayacaklardı. Sonunda pişman olacaklardı elbet. Sami, bize ne yaptın böyle diye feryat figan edeceklerdi. Oldu muydu böyle, hiç insan insana böyle kötülük eder miydi?

Etmezdi elbet. Sami de etmezdi. Zaten Sami zalim biri değildi ki, yufka yürekliydi. Affedecekti herkesi. İnsan insanın kurdudur demezdi o; merhemidir, aşıdır, şifasıdır derdi… Bundan sonra herkesin yanında olacak, ihtiyacı olana elinden gelen yardımı yapacaktı. Neyi varsa paylaşacaktı.

Hoş, Sami’nin hiçbir şeyi yoktu; borcundan başka… Kimlere mi borçluydu? Kimlere değildi ki? Çocukken leblebi tozu aşırırdı. Bakkala borçluydu. Kaçırdığı teravihler için Allah’a, cebine koyup eve getirdiği tespihler için camiye borçluydu. Annesine, babasına hayır dua, sevdiği kadınlara çiçek, azarladığı komşu çocuklarına şefkat borcu vardı. Bisiklet sürerken çarpıp kaçtığı Hayri Amca’ya özür borcu vardı. Var oğlu vardı.

Sami, nutuk çekmeye bayılırdı. Hele o esnada kalabalık toplandı mı, Sami iyice heyecanlanır, konuşurken kendinden geçerdi. Sami’yi tanımayanlar uzun uzun onu dinler, pek çoğu güler geçerdi. Neler anlatmazdı ki Sami? İsteyeni yoksulluktan kurtaracakmış. Kim cüzdanının dolu olduğuna inanırsa onu zengin edecekmiş. Herkes onun anası ve babasıymış. Elleri herkesin eliymiş, dili herkesin diliymiş. Konuştuğuna bakmasınlarmış. Aslında susuyormuş. Herkese benzediği için herkes gibi o da susuyormuş. Yeni bir söz söylemeyen kimse aslında hiçbir şey söylemiyormuş. Burada daha fazla kalmak istemiyormuş yoksa onu öldüreceklermiş. Kendilerine benzeterek öldüreceklermiş, falan…

Çocuklar hiç lafını esirger mi? Sonunda muzip bir velet, Sami’ye takılıp, “madem gidiyorsun hatıra niyetine bari bir eşyanı bırak” dedi diye, bizimki nesi varsa; pantolonu, gömleği, çamaşırları, çıkarıp soyundu. “Özü sözü bir insan kendini kıyafetlerle gizlemeye, olduğundan daha farklı, daha güzel göstermeye ihtiyaç duymaz.” diyerek, çırılçıplak yola düzüldü. Maksem, Pınarbaşı, Çekirge…

Eğri oturalım, doğru konuşalım. Sami’nin dürüstlüğüne, içtenliğine hiçbirimizin itirazı olamaz. Ne dalavere bilirdi, ne hile hurda… Eh, seven de bu haliyle sevdi zaten Sami’yi. Sevmeyen de sevmedi… Kimi onu görünce korkup çığlık attı, kimi soru yağmuruna tuttu. Yanına varıp fotoğraf çekmek isteyenler de oldu, yüzünü gözünü kapatanlar da.

Koş babam koş. Kaç babam kaç… Polis sirenleri, küfürler, hakaretler… Kah bizden biri, kah şehrin ortasında yabani bir hayvan olmuş Sami. Kediler köpekler bile şaşırmışlar da başlarını çevirip dönüp dönüp bakmışlar Sami’ye… Kan ter içinde ağzı bir karış dışarda yürüye yürüye ta Hasköy’e vardığını anlatıyorlar. Akıl alır şey değil! Çobanlar fark ediyor önce, sapık geldi, yetişin yakalayın derken köpeklerle kovalıyorlar Sami’yi. Yaldım Allah diye üryan halde koşa koşa köyden kaçıyor Sami. Zeytinlerin arasına saklanıp izini kaybettiriyor. Oradan nasıl becerdiyse yine kimseye görünmeden köy yollarından Mudanya’ya varıyor. Arnavutköy’de balıkçı barınaklarına ne yapmaya geliyor peki? Ne işi var orada?

Bu söylentiye göre yat limanında teknelerin arasında yine o meşhur nutuklarından birine başlamış. Sami teknelerin arasında uzun bir nutuk çekmiş. Ne dediğini tam bilip anlayan yok. Zaten o günden sonra ortadan kayboluyor. En son kiminle konuştuğunu da bilmiyorlar. Çay içen kadınlar, gülüşerek, etrafta çıplak kimse görmediklerini söylüyorlar. Balıkçılardan biri, kayalıklarda o tarife uyan biri gördüğünü teyit etse de yüzmeye geldi sandım, hiç ilişmedim diyor. Ağları tamir eden çocuklara soracak olursanız Sami, başı öne eğik hararetle konuşuyor, elini kolu sallıyor hatta bazen hızlı hızlı ayaklarını yere vuruyormuş.

Edebiyat kategorisi için tıklayabilirsiniz.

Irmak Erkan’ın tüm yazıları için tıklayabilirsiniz.

Irmak Erkan

Bir gece yatağından kalktı. En sevdiği pantolonunu, gömleğini giydi, cüzdanını yanına aldı, çantasını sırtladı; karısını ve çocuklarını öpüp odadan çıktı. Çalışma odası soğuk, karanlıktı. Ahşap masanın üzerindeki gece lambasını yaktı, sobayı tutuşturdu. Sandalyesine oturdu, yazmaya başladı.

YAZAR HAKKINDA

Irmak Erkan

Bir gece yatağından kalktı. En sevdiği pantolonunu, gömleğini giydi, cüzdanını yanına aldı, çantasını sırtladı; karısını ve çocuklarını öpüp odadan çıktı.
Çalışma odası soğuk, karanlıktı. Ahşap masanın üzerindeki gece lambasını yaktı, sobayı tutuşturdu. Sandalyesine oturdu, yazmaya başladı.

Bir Yorum Yazın

+ 76 = 86
Powered by MathCaptcha