Gelip gelmeyeceğini bilmediği bir günün şafağını bekliyordu. Umut etmenin ne olduğunu bile bilmediği bir yaştaydı. İnsanın kalbine düşenin aklına karıştığını, aklına düşenin kanına karıştığı, kanına karışanın artık ne kalbinden ne de aklından düşemeyeceğini bilmediği bir yaştaydı. Yine de bekliyordu. Uyandığında gün daha doğmamıştı. Yatakta huzursuzca kıpırdandı. Ayakları ile iterek pikeyi kendisinden uzaklaştırdı. Doğruldu ve başucunda duran şişeden biraz su içti. Tembelce yataktan kalktı. Pencereden dışarı baktı. Gün kendisini göstermeden hemen önce havaya çöken buğu altında ağaçlar gözüne daha da büyümüş gibi geldi. Kolları ve elleri ile etrafını sarmış, “Geçit vermeyiz sana” diyorlardı. Bakışını ağaçlardan bahçede duran el arabasına oradan çeşmeye ve ardından bahçe duvarına çevirdi. Bir süre bahçe duvarında yürüyen kediyi takip etti. Kedi dut ağacının yanından aşağıya atlayıp gözden kayboldu. Perdeyi açık bırakıp arkasını döndü. Sandalyenin kolundan sarkan tişörtünü eline aldı koklayıp kenara attı. Masanın üzerindeki kalemleri karıştırdı. Yapacak bir şey bulamadı. Yatağa sırt üstü uzandı.
Gördüğü rüyayı hatırlamaya çalıştı. Bölük pörçük anlar. Vazgeçti. Sol kolunu yastığın altına alarak yanına döndü. Şimdi bir nefes uzağındaki yüzü izliyordu. Yüz bazen ona muzipçe gülümsüyor, bazen derin bir uykuda dudakları hafifçe titreşiyor, bazen de hemen kalkacakmış gibi geriniyordu. Gülerken gözlerinin ışıltısı havayı aydınlatıyor, uyurken yorganın altındaki bedeninden kendisine doğru bir ısı yayılıyor, gerinirken kolunu sağına doğru atacak da ona sarılacak gibi oluyordu. Çocuk bir kaç saniye için gözlerini kapadı ve zihnini sakinleştirdi. Göz kapaklarını yavaşça araladığında yüzün şimdi dupduru bir güzellikle ona baktığını gördü. Yanakları güneşten kızarmış, kocaman ela gözleri ve alnına düşen dalgalı saçlarıyla yine orada, yatağın sol tarafında yatıyordu. Bu hayali de aklından uzaklaştırmak istercesine elini sallayıp tekrar sırt üstü döndü. Bu dönüşün yarattığı hava akımına kapılan yüz de titredi ve kanat çırpıp dengesini bulmayı denedi. Ardından tekrar yastığa kondu ve çocuk da göz ucuyla ona baktı. Şimdi ala renkli bir serçeydi. Kuş, belli belirsiz birkaç kanat darbesiyle göğsüne kondu. Gagasını pijamasının düğmesine sürterek oyalandı. Tüylerini kabartarak şişindi. Zıplayarak yüzüne iyice yaklaştı. Şimdi elini uzatsa kuş da avucuna konsa… Mutfaktan gelen bir tangırtıyla irkildi. Kuş kaybolmuştu.
İki yaz öncesiydi. Sabahları uyanıp domates ekmek kemirdiği, bir an önce kendisini dışarı atmak istediği günlerden biriydi. Akşamlara kadar diğer oğlanlarla gezdiği, kir pas içinde eve döndüğü günlerden biri. Çelik çomakla, misketle, ceplerine doldurduğu erikleri yemekle geçen günlerden biri. Çocukluğun umarsızlığının tadını her saniye çıkardığı günlerden biri. Öylesine geçen günlerden biri… Hayır. Değildi. Bahçe kapısının önünde eğildiği yerden kalkarken görmüştü onu. Beline kadar inen saçlarını elinin tersiyle şöyle bir düzeltmiş, yere düşen tokasından tozu toprağı temizlemeye çalışıyordu. Yüzünü çevirip bakmıştı ona. Sonra da bir serçe gibi sekerek gitmişti. Olduğu yere mıh gibi çakılmak nedir bilmiyordu. Öylece bakakalmak nedir bilmiyordu. Cevizin tepesine kim en hızlı çıkacak yarışmasında kendini paralamadığı halde neden kalbi bu denli çarpıyordu, bilmiyordu. Ertesi gün yine gördü onu, çardağın orada. Ertesi gün yine, yaprak toplarken.
“Sebahatların küçüğü Emine’nin kızını gördü müydün maşallah ay gibin ama bahtı kötüymüş” derken duymuştu komşuyu annesine. “Ben gördüydüm onu, kalcak mıymış ki burada,” diye sormuştu nereden geldiğini bilmediği bir cesaretle. “Lan eşşolusu, laf mı dinliyon sen?” diye kovalamıştı onu annesi. Adı neymiş diye soramamıştı. Günlerin adı yoktu, kızın da. Bir önemi de yoktu zaten. Önemli olan dağların morluğuna karışan bulutların kızıllığıydı akşamüstüleri. Onu tavuklara ıslak ekmek verirken izlemekti. Ayakkabılarını çamurlamaktan nasıl korktuğunu görüp kendi lastik ayakkabılarından utanmaktı bir parça. Bahçeleri birbirinden ayıran üzüm dallarının oralarda dolanmaktı bir umut. Korukları yiyip de gece karın ağrısı çekmeye razı olmaktı. Börek döşediği gün annesinin onu elinde tepsiyle komşuya göndermesini beklemekti. Tepsiyi verirken yan gözle onun çile sardığını görmekti önemli olan. Annesinin, “Bizim oğlan da bu ara pek uslandı, evin ötesinden ayrılmıyor. Ne iş versek koşar durur,” diye anlatmasını duymaktı, kulağı başka yerde. “Kız mısın lan sen?” derler diye gidip de çardağın oralarda oynayamazdı ama yaprakların gölgeleri arasından bakabilirdi o ela gözlere. Önemli olan buydu işte.
Yazın sonuna doğru gelip aldılar onu. Güneşten kızarmış yüzü, kocaman ela gözleri ve alnına düşen saçları ile dupduru bakmıştı ona. Sonra bir serçe gibi sekerek gidip arabaya binmişti. Yeni uyanan erkekliğinin ne olduğunu bilmediği karın ağrısı içinde, rüzgarda dağılan saçları düşündü. Önemli olan tek şey unutmamaktı aslında. Hatırlamaktan kaçmak isterken… Şimdi artık, futbol oynadıktan sonra çınarın dibine oturup dereye giren kızlardan konuşulan yaştaydı. Yine de kimse öyle duru bakmamıştı işte ona.
Şafak sökerken yataktan kalktı. Şişedeki suyu bitirdi. Pijamasını çıkarıp üzerini giyindi. Odadan çıkacakken geri döndü. Pencereden bahçe kapısına baktı. Alacakaranlığın içinde öylece durdu. Şafağın atmasını bekledi. Belki, bu yaz gelirdi.
Çocuk kahramanın masum aşkını içten cümlelerle anlatmışsın tebrik ederim.